سماي رسالتڭ قمر منيري اولان خاتم ديوان نبوّت، ناصلكه ، محبوبيت درجه سنه چيقان عبوديتنده كي ولايتڭ كرامت عظماسي و معجزۀ كبراسي اولان معراج ايله ، يعني بر جسم ارضي سماواتده كزديرمكله سماواتڭ سكنه سنه و عالم علوي اهلنه رجحانيتي و محبوبيتي كوستريلدي و ولايتنى اثبات ايتدي. أويله ده ، ارضه باغلي، سمايه آصيلي اولان قمري، بر ارضلينڭ اشارتيله ايكي پارچه ايدرك، ارضڭ سكنه سنه او ارضلينڭ رسالتنه أويله بر معجزه كوستريلديكه ، ذات احمديه (ع ص م)، قمرڭ آچيلمش ايكي نوراني قنادي كبي، رسالت و ولايت كبي ايكي نوراني قناديله ، ايكي ضيادار جناح ايله اوج كمالاته اوچمش. تا قاب قوسينه چيقمش. هم اهل سماوات، هم اهل ارضه مدار فخر اولمشدر. Semâ-yı risâletin kamer-i münîri olan Hâtem-i Dîvân-ı Nübüvvet, nasıl ki, mahbûbiyet derecesine çıkan ubûdiyetindeki velâyetin kerâmet-i uzmâsı ve mu‘cize-i kübrâsı olan Mirâc ile, yani bir cism-i arzı semâvâtta gezdirmekle semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüchâniyeti ve mahbûbiyeti gösterildi ve velâyetini isbat etti. Öyle de, arza bağlı, semâya asılı olan kameri, bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine o arzlının risâletine öyle bir mu‘cize gösterildi ki, Zât-ı Ahmediye (asm), kamerin açılmış iki nûrânî kanadı gibi, risâlet ve velâyet gibi iki nûrânî kanadıyla, iki ziyâdâr cenâh ile evc-i kemâlâta uçmuş. Tâ Kab-ı Kavseyn’e çıkmış. Hem ehl-i semâvât, hem ehl-i arza medâr-ı fahr olmuştur. (Osmanlıca Zülfikâr, s. 334) 1. Beyit سرورا یردن كوكه حكمك روان اولديغنهشاهد عادل دكلمی معجز شق القمر Serverâ yerden göge hükmün revân oldugınaŞâhid-i ‘âdil degül mi mu’ciz-i şakka’l-kamer Zati (8) * Ey Efendim! Senin hükmüne ram olan sadece arz ehli midir ki? İşte sinesini yaran kamer nasıl da semanın ve ehlinin sana ittibalarını gösteriyor. Nasıl da adalet terazisinin sema kefesinde adil bir şahid oluyor. لولاك sırrının sahibi Seyyid-i Kâinat… * Revân: (fa.) Su gibi akıp giden 2. Beyit یا نبیّ اللّه ايتدك معجزكله آیی شقدیسه لر سكا عجبمیدر شها محبوب حق Yâ Nebiyullâh etdün mu’cizünle ayı şakkDiseler sana ‘aceb midür şehâ mahbûb-ı Hakk Muhibbi (4) * Ey Allah’ın Nebisi! Elbette ayı şakk eden mucizenin sahibi sensin. Ey Şahım! Elbette bu kadar mucize, bu mucizeleri yaratarak seni tasdik eden Hakkın sevgisini gösterir. Buna şaşmayız, şaşırtmayız. Mahbubiyet burcunda Habîb-i Zîşân… 3. Beyit مهری دونديردك یولندن ماهی قيلدك سینه چاكمعجزاتك سویلنور كشور بكشور روز و شب Mihr-i döndürdün yolundan mâhı kıldun sîne-çâkMu’cizâtun söylenür kişver-be-kişver rûz u şeb Fehim-i Kadim (2) * Ey Sevgili! Güneşi yolundan döndüren, ayın göğsünü iki pare eden sen değil misin? Sabah akşam memleket memleket mucizeleri anlatılan sen değil misin? Mucizeler bahrinin sahibi Burhân-ı Nâtık … * Kişver: (fa.) Memleket, ülke 4. Beyit شق ایتدی بدری شرعله اثبات ایلدیخلق ایچره ایكی شاهد ایله مدّعاسنی Şakk itdi bedri şer’ ile isbât eylediHalk içre iki şâhid ile müdde’âsını Fevri (7) * Ey, Allah’ın Resûlü! Kelime-i tevhid davana şahid olarak her biri bir ferd olan bedrin iki yakası yetmez mi? Bunu hazır olan yer ehli görmedi mi? Gökte aya sinesini yerde ağaçlara kökleriyle yeri yardırarak tevhid yazdıran Tevhid-i Bürhân… 5. Beyit تیغ انكشتك چكلدن سینۀ ماهه الفشرح اولوب صدری صفا كسب ایلدی آیینۀ سان Tîg-i engüştün çekelden sîne-i mâha elifŞerh olub sadrı safâ kesb eyledi âyine san Hüdayi (6) * Ya Resûlallah! Senin parmağının kılıcı ayın sinesine elif çektiğinden beri, göğsü yarıldı ve safileşti. Göğsü yarılıp imanla doldurulan Şakk-ı Sadr Sahibi… * 6. Beyit دستكه قلم المامش ایدك نه عجبدرانكشت ایله لوح فلكه یازدك ایكی را Destüne kalem almamış idün ne acebdürEngüşt ile levh-i felege yazdun iki râ Yahya Bey (5) * Ya, Resûl-i Kibriyâ! Sen ki eline kalem almadın, lakin parmağınla felek levhasına bedri şakk ederek iki râ yazdın. Buna hiç şaşılır mı? Hayır! Ümmiliğiyle beraber on dört asra ders veren Hoca-yı Kâinat… 7. Beyit خوان اعجاز چكدی اول سلورپاره لنسه عجبمی قرص قمر Hân-ı i’câz çekdi ol selverPârelense aceb mi kurs-ı kamer Haleti (3) * Ya Nebiyallah! Mucizeler sofrasını beşerin önüne seren sensin. Kamer ekmeği parça parça olsa şaşılır mı? Dünya ve ahirette şefaati umulan Rahmeten lil Âlemîn… Kaynakça
هر شيئه رغمًا استانبول استانبولدن آچيلنجه سوز، سويلنمش و سويلنه جك نه چوق سوز وار، يازيلمش يازيلاجق نه چوق شعر. دنيا وار اولدقجه اوني آرزوسنڭ و هوسنڭ اوطاغنه قوياجق نه چوق سياستجي، قوموتان … استانبول ديينجه نه چوق ياشانمشلقلر وار، نه چوق اميدلر و بلكه ده كوڭل قيريقلقلري… نه چوق موضوع اولمش تاريخده و شيمديده استانبول. يا استانبوله صورسه ق، نه چوق انسانلر كوردي، غوغالر، سوكيلر، حرصلر، خاچ و هلال… ايوب سلطان حضرتلرندن باشلايارق باغرنده طاشيديغي انسانلريمي قونوشسه ق، يوقسه أوزرلرنده ديكيلي مزار طاشلرينه عبرت و حيرتله باقوب اوقوسه ق يا ده اوقومه يه چاليشسه قمي ديسه ك! هر ديندن و مدنيتدن ايزلريله مي كورسه ك استانبولي؟ صنعت الٰهنڭ فيرچه سندن چيقان قدرت منظره لرندنمي سوز آچسه ق، يوقسه ايكي قطعه نڭ ياقه سني بر آرايه كتيرمه سندنمي دم اورسه ق… ايكي دڭزڭ باغنيمي، طاخيل قوريدورينيمي، طوغال غاز اسّنيمي… نه يي قونوشسه ق؟ اسكيدن نه يدي به ، شيمدي ديكنه يوكسلن شو بنالردن غنا كلدي، ترافيك اوزاق اولسون بزدنمي ديسه ك؟ يا ده بر شعر ده بزمي يازسه ق. تاريخڭ ایزنده سور ايچندن باشلايارق يوروسه قدر كيدوب بر ده بز، بر كز داهامي آديملاسه ق. يا ده بز ده يحيي كمال كبي بر تپه يه چيقوب ساده جه استانبوله مي باقسه ق… هپسي ممكن. هر شي اولوب كيدييور. استانبولي ياشامق، استانبولده ياشامه يه دونويور. استانبول بتون حرارتي ايله تكرار كوندمده يكن بز ده كري يه باقارق كورمك ايسته دك، عثمانلي تركجه سي اگيتيمنه قاتقي صوناجق شكلده دوزنله دك و قارشيڭزه چيقدق. هر شيئه رغمًا استانبول دييور، دركيده كي استانبولله سزلري باش باشه بيراقييورز… İstanbul’dan açılınca söz, söylenmiş ve söylenecek ne çok söz var, yazılmış yazılacak ne çok şiir. Dünya var oldukça onu arzusunun ve hevesinin odağına koyacak ne çok siyasetçi, komutan … İstanbul deyince ne çok yaşanmışlıklar var, ne çok ümitler ve belki de gönül kırıklıkları… Ne çok mevzu olmuş tarihte ve şimdide İstanbul. Ya İstanbul’a sorsak, ne çok insanlar gördü, kavgalar, sevgiler, hırslar, haç ve hilal… Eyüp Sultan Hazretlerinden başlayarak bağrında taşıdığı insanları mı konuşsak, yoksa üzerlerinde dikili mezar taşlarına ibret ve hayretle bakıp okusak ya da okumaya çalışsak mı desek! Her dinden ve medeniyetten izleriyle mi görsek İstanbul’u? Sanat-ı İlahinin fırçasından çıkan kudret manzaralarından mı söz açsak, yoksa iki kıtanın yakasını bir araya getirmesinden mi dem vursak… İki denizin bağını mı, tahıl koridorunu mu, doğal gaz üssünü mü… neyi konuşsak? Eskiden neydi be, şimdi dikine yükselen şu binalardan gına geldi, trafik uzak olsun bizden mi desek? Ya da bir şiir de biz mi yazsak. Tarihin izinde sur içinden başlayarak Yoros’a kadar gidip bir de biz, bir kez daha mı adımlasak. Ya da biz de Yahya Kemal gibi bir tepeye çıkıp sadece İstanbul’a mı baksak… Hepsi mümkün. Her şey olup gidiyor. İstanbul’u yaşamak, İstanbul’da yaşamaya dönüyor. İstanbul bütün harareti ile tekrar gündemdeyken biz de geriye bakarak görmek istedik, Osmanlı Türkçesi eğitimine katkı sunacak şekilde düzenledik ve karşınıza çıktık. Her şeye rağmen İstanbul diyor, dergideki İstanbul’la sizleri baş başa bırakıyoruz…
(1) Ulu gök kubbe altında, yüreğinde ürpermelerle aşk-ı ilahiyi duyan Türk ruhunun cuşuşu, vecd ve istiğrak halinde, dalga dalga yükselirken, küçük kökler şeklinde tebellür etmiş hüsnü veren muhteşem vakur camileri hatiften gelen sesler kadar ulvi ve arşa çıkmak isteyen ruhumuzun ahı gibi rakik, narin minareleri ile semavi bir belde. Kalbimizin heyecan ve amalini temsil eden bin bir bediasıyla İstanbul mavi göklerle Marmara’nın mavi suları arasında Yeditepe üzerine Türk’ün coşkun ve hayran ruhuyla işlediği muazzam ilahi bir abidedir. Mefkuremiz gibi yükselen minareler her fecir ve şafak bulutlarla öpüşüp (2) göklerin ihtişamını yıldızların şiir ve füsunununu masseder ve içimize akıtır. Günde beş vakit ruhumuzun yanık feryadını ufuklara, semalara, fezalara ulaştırır. Bahar kadar yeşil, uhrevi bir alem gibi esrarlı servilikler arasında hazin türbeler vardır; onların yıldızlı bir sema kadar şiirli kubbeleri altında kalbimiz saf dileklerini hıçkırır ve onu güvercinler besteler… Camilerin, türbelerin kubbesi, ruhumuzun a’makı gibi özlü bir huşu içindedir. Dualarımız orada coşkun bir kalbin sesi gibi ra’şan çağıltılarla akseder, durur… Ufukların maverasında Anadolu’nun yanık bağrından, hacca giden bir kafile gibi, vecd ve heyecan içinde gelen rüzgâr, İstanbul’un kulübelerine yüz sürer, minarelerinde dil döker ve hayran biri sesle Türk’ün temiz, asil gönlündeki saltanat, hilafet aşkını terennüm eder: yanıp kavrulan yüreklerin ilahi aşkını. (3) Bu aşk, Türk ruhunda kaynayan sanat, saltanat ve İslamiyet aşkı, İstanbul’da dalga dalga parıltılarla gözleri kamaştıran mucizeler yarattı; taşını, toprağını süsledi; ufkunu, semasını kuşattı; yine kendi ruhuna, kendi aşkına, kendi saltanatına ilahi bir taht inciledi. Seni bir Melike gibi tetvic ettik, bir gönül bahçesi gibi ruhumuzdan çiçeklerle süsledik ve sensiz yaşamamaya ahdettik, aziz İstanbul… Türk’ün kanı senin dört yanında aktı, ruhu tozuna toprağına sindi; şimdi, tahtın, kalbimize saltanat sürüyor. Onu dünyada hangi el devirebilir? Bu feyizli aşkı, bu ilahi ateşi hangi rüzgâr söndürebilir? Cihan birlik olsa, saltanatın devrilmez. Kıyametler kopsa ebediyet ile yanan aşkın sönmez, ey en sevgili İstanbul! (4) Gecelerinde yıldızlar sevdamızı dinleyen, vuslatımızı tespit eden birer kandil gibi parlar; gökte yıldızların, camilerde kandillerin ışıldarken, gönlümüz aşkın için bir pervane gibi yandı, güzel İstanbul… Hariminde göklerin kadar derin, yıldızların gibi parlak güzel sevgililer yaşıyor; sanki baharda esen rüzgârlarının rayihası saçlarına sinmiş; gruplarının allığı dudaklarında yanıyor. Ve sihirli bahçen bu ahularla canlanıyor. Onlar sana, sen onlara güzellik verirsin; biz onları severken seni ve seni düşünürken onları seviyoruz, ey en sevgili İstanbul… Sevda, senin aşkından doğdu; (5) sen kalbimize sihirli füsunlu bir kudretle yerleştin. Azametli bir taht kurdun. Melal ve istiğrakı seven Türk gencinin kalbinde derin ve ilahi bir sevda menbaı oldun. Aşkın pek derindir, kalbimizde coşkun bir menba gibi taşıyor; sevdan füsunludur, seni sevenler ölür de ayrılamaz… Türkün ebedi havası, güzel İstanbul… sana kavuşup cennetimizi halk ettikten sonra, hayatta bize senden başka şiir, his, zevk ve heyecan veren bir şey kalmadı. Rengin ufuklarının güzelliği, göklerin derinliği ve burak gözlü bakirelerinin şuhluğu karşısında mest olan ruhumuzun o hududu genişledi. Perestişle çarpan kalbimiz, en bedi heyecan ahengini buldu. Senin aşkın Türk dünyasının dört bucağına öyle bir ağ sardı ki iftirakınla o bağları çekerken mutlak ölürüz. Sevgimiz o kadar ebedi ve ilahidir. Dünyada en zehirli meyve, en kör talih ve en zalim (6) kuvvet bile bizi senden ayıramaz; öldürür de bu cennetten bizi çıkaramaz!... Neden öyle dalgın dalgın baktın? Seni sevmedik mi, uğrunda can vermedik mi? Tahtının kapıları önündeki genç kurbanlar az geldiyse biz de varız! Aşkım uğruna cihanın dört köşesinde kan dökenler, elbet gözlerinin önünde de can vermeye hazırdır. Senin uğrunda ölmek, Rabbim, bize bir zifaf gecesi gibi, saadet verir; ebedi aşka varmak için buna candan razıyız, sevgili… Gökte yıldızların, camide kandillerin ışıldarken gönlümüz, aşkın için bir pervane gibi yandı; canımız da hayatın içine kurban olsun, güzel İstanbul… *Mustafa Haluk, Güzel İstanbul, Edirne Vilayet Matbaası, 920
(1) Umrani Kısım İstanbul’un umrani ve iktisadi ihyasını temin edecek tedabir ve mukarreratı ittihaz etmek, müsabakaya vaz’ edilen on senelik programı tedkik ve kabul eylemek üzere Emanet'te Şehremini Operatör Emin Bey Efendi’nin taht-ı riyasetlerinde bir (Umran Komisyonu) teşekkül etmiştir. Komisyonda Cemiyet-i Umumiye-i Belediye’den: Hayreddin Nedim, Sezai ve Rıfat beylerle Doktor Hakkı Şinasi Paşa, Refik ve Necmeddin Arif beyler, Emanet fahri müşaviri Süreyya Paşa ve Hekimbaşı zade Doktor Muhiddin Beyler bulunmaktadır. Komisyonca Hayreddin Nedim Bey reis-i saniliğe ve Doktor Muhiddin Bey mazbata muharrirliğine intihap edilmiştir. İstanbul’un umranen ihyası denilebilir ki Türklerin bu şehre geldikleri tarihten beri -üç, beş cami istisna edilirse- bir türlü mümkün olamamış ve medeni şehirler tarzında istikbalde alacağı şeklin tayini de (2) 1255 tarihinden tabir-i aharla 87 seneden beri defaatle mevzu-u bahs olduğu halde yine bir türlü başa çıkarılamamıştır. Binaenaleyh bu asır-dide meseleyi hal ve intac edecek ve İstanbul’a umran ve refah getiren esaslı fikirler ve sabit kararlar ittihaz edecek zevatın isimlerini İstanbul, kendi tarihine altın huruf ile yazmaya hazır bulunduğundan mecmua, heyet-i muhteremeye muvaffakiyetler temenni eder ve aynı zamanda muttali olduğu bazı tarihi izahat itasını da vazifesi cümlesinden bilir: Mülga Osmanlı İmparatorluğu “Tanzimat-ı Hayriye” namı verilen devr-i teceddüde girdiği zaman tevessül ettiği asri teceddüdat meyanında evvela İstanbul’un haritasını tanzime teşebbüs etmiş ve o sırada hizmet-i hükümet-i seniyyede bulunan meşhur “Moltke”nin himmetiyle buna muvaffak da olmuştur. Bundan bahis olan 2 Rebiülahir 1255 tarihli mufassal bir vesika-i resmiyede “...evvel emirde inşa ve tesviyesi tasmim olunan yolların istikamet ve arzları malum olmak (3) için birbirinden farklı elvan ile işaret ve tersim ve irtifa-ı arazi yani yokuşlar dahi izah ve terkim olunmak üzere Dersaadet’in bir kıta haritası tanzim olunduktan sonra Bab-ı Hümayun’dan Divanyolu’yla Aksaray’a ve oradan Silivri ve Mevlevihane kapılarına ve Sultan Bayezid’den Edirne Kapısı’na ve Çarşamba Pazarı’ndan geçerek Eğrikapı’ya ve Kadırga Limanı’ndan Yedikule’ye ve dahil-i surda Bahçekapısı'ndan bed’ ile Eba Eyüb el-Ensari radiyallahu anhü’l-bari Hazretleri’nin türbe-i şerifeleri civarına varınca müntehi olacak tarikler yirmişer zira olarak iki tarafına eşcar garsıyla tezyin olunmak ve dörder zira vüs’atli yaya kaldırımları yapılarak bargir ve arabaların mürur ve uburuna on iki zira meydan bırakılmak ve maada bilcümle tarikler dahi on beş ve on iki ve nihayet on zira olmak ve asla çıkmaz sokak olmamak ve haric-i surda Yalı Köşkü’nden başlayıp Unkapanı’na ve Tophane-i Amire’den Cisr-i Cedid’e varınca taş iskeleler (rıhtımlar) ile kezalik yirmişer zira yollar yapılıp dörder arşın yaya kaldırımlarına eşcar gars ettirilmek ve işbu iskelelerin bazı mahallerinde ve dahil-i surda dahi icabına göre münasip yerlerde meydan bırakılmak ve bu meydanlar dahi uyabileceği mertebe cevami-i şerife vesair ebniye-i cesime etraflarında tesis olunmak üzere bir kıta resm tanzim olunarak badehu resm-i mezkûre göre imar olunacak...” denilmesi bugün bile hâlâ tavsiye ve teşebbüs mahiyetinde görülen bir meseleye 87 sene evvel Tanzimat ricalinin ne suretle himmet etmiş olduğunu şükranla fakat haleflerinin çizilen yolda gitmediklerini esefle göstermektedir. Tanzimine lüzum gösterilen harita o zaman ikmal edilip o devirde memleketin yegâne ilim ve fen müessesesi olan mühendishane kütüphanesine konulmuştur ki elan mevcut ve mahfuz olduğu rivayet edilmektedir. 1255’te bir Avrupalının tavsiyesiyle yirmi arşın genişliğinde abidat-ı milliyeye müntehi caddeler, vasi (4) meydanlar küşadını, deniz kenarlarına rıhtımlar inşasını kabul eden bir hükümet şayan-ı hayrettir ki 1264 ve 1265 senelerinde ilk defa tanzim ve neşrettiği iki ebniye kanununda sokaklar için azami genişliği on arşın olarak kabul etmiş ve 1255’te devletçe tatbiki takarrür eden diğer hususatı asla nazar-ı dikkate almamıştır. Şayan-ı dikkattir ki mülga Osmanlı hükümetinde her ne zaman bir teceddüt, bir inkılap hareketi vaki olmuş veya azim bir yangın vukua gelmiş ise bu inkılap sayesinde serbesti-i harekâta sahip veya yangından müteessir olan belediyelerin ilk teşebbüsatı şehrin planını tanzim etmek olmuş ve yine bu sayede 1292-1293 senelerinde Erkân-ı Harbiye Dairesi marifetiyle İstanbul’un yalnız surla muhat on kısmının bir kıta harita-i muntazaması tanzim edilmiş ise de aksam-ı sairesini ikmale 93 Harbi mani olmuştur. 1307’de keresteciler harikinden sonra da bir ebniye kanunu yapılmak istenildiği zaman bu natamam haritanın mülga Nafia Nezareti Heyet-i Fenniyesini ile Erkân-ı Harp zabitanı marifetiyle ikmal ve tashihi istenilmiş fakat muvaffak olunamamıştır. 1324 inkılabını müteakip yine İstanbul Belediyesi’nin ilk işi İstanbul’un evvela nirengisini, saniyen umumi haritasını, salisen istikbal planını, rabian kadastrosunu tanzim ettirmek olmuş ve bunlardan birincisine 1326 senesinde [Halil Beyefendi’nin zaman-ı emanetinde], ikincisine 1330-1338 senelerinde [Cemil Paşa zamanında] muvaffakiyet husule gelmiş ise de mevcut umumi harita üzerinde şehrin şekl-i müstakbeli henüz çizilememiş ve kadastro haritasını tanzim keyfiyetini ise İstanbul Tapu İdaresi kendi vezaifi cümlesinden addederek Belediye'yi bu işe müdahale ettirmemiştir. Halbuki müterakki ve mütemeddin memleketlerde bu hak ve bu vazife de belediyelerin olduğundan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ahiren kabul ve tasdik etmiş olduğu 26 Şubat 340 tarihli Belediye Vergi ve Resmleri Kanunu’nun 18’inci maddesiyle (5) belediyelerin bu hakkı kendilerine verilmiştir. Binaenaleyh badema kadastro haritasının tanzim edilememesi için de bir sebep kalmamıştır. Şekl-i müstakbel projesi için her ne kadar kati adımlar atılamamış ise de bunun için evvelemirde bir âvân proje tanzimi keyfiyeti şehrin umumi haritasını ahzetmiş olan şirkete on iki bin lira mukabilinde verilmiştir. Görülüyor ki İstanbul’un iktisaden değilse de umranen ihyası defaatle düşünülmüş, bunun mukaddematı ikmal ve vesaiti ihzar edilmiş ise de şekl-i müstakbeli henüz tespit edilememiştir. Maahaza bu maksadı temin için de meşrutiyetten sonra üç defa teşebbüs vaki olmuş ve komisyonlar teşekkül etmiştir. Bunlardan biri İsmet Bey’in zaman-ı emanetinde ve 2 Kânunusani 330 tarihinde Cemiyet-i Umumiye-i Belediye’den ve Emanet Heyet-i Fenniyesi’nden ikişer, Harbiye, Bahriye, Evkaf ve Maliye nezaretleriyle müzeden tayin olunacak birer zattan terekküp eden komisyondur. Bu komisyon defaatle içtima etmiş ise de muvaffakiyatı ve tespit ettiği noktalar hakkında bir kayda destres olunamamıştır. Yalnız bazı devair-i resmiye meyanında Bahriye Nezareti’ne de sorduğu mütalaata Liman İdaresi ifadesiyle gelen bir cevapta, Haliç’in ve Boğaz’ın liman, iskele, antrepo vesaire nokta-i nazarından alması lazım gelen vaziyet hakkında şayan-ı dikkat ve istifade bir rapor gönderilmiştir ki Umran Komisyonu heyet-i muhteremesinin bil-mütalaa nazar-ı dikkate alması lazım gelen bir vesikadır. İkinci komisyon 8 Mart 332 tarihinde İsmail Canbulat Bey’in davetiyle içtima etmiştir. Bu komisyonda Hicaz Demiryolu Müdür-i Umumisi Hulusi (Nafıa Nazır-ı esbakı), şehremin-i sabıkı İsmet, Nafia Müsteşarı Muhtar, İstanbul Şehri Muhipleri Cemiyeti Kâtib-i Umumisi ve Düyun-ı Umumiye Mektupçusu Vahid, Müze Müdürü Halil, Evkaf İnşaat Müdür-i Umumisi Mimar Kemaleddin, Heyet-i (6) Fenniye Müdürü Cevdet, Mimar-Mühendis Ali Ziya, Celal Esad, Darülfünun Emini Salih Zeki, Milli İhtifaller Reisi Ziya ve Doktor Akil Muhtar beylerle Mimar (Edoardo) De Nari ve Nurican Efendiler bulunmuştur. İkinci komisyonun da belli başlı bir şey tespit ettiğine dair malumat yoktur. Ancak komisyon İstanbul’un âtiyen alacağı şeklin tayininde şehrin mühim cadde ve meydanlarıyla bunların medhallerinin, istasyonların, gümrük ve liman mahallerinin o zamana göre Meclis-i Milli binasının, hükümet devairiyle Şehremaneti, Darülfünun, Milli Tiyatro ve emsali mühim binaların mevkilerinin tayini ve şehirdeki büyük mebani-i diniye, asar-ı nefise ve atika ve müessesat-ı mühimme-i tarihiyeden hangilerinin ibkası ve hangilerinin lede’l-hace hedmi lazım geleceğini şimdiden tespit ve tayin etmek isteyerek bilumum nezaretlere birer tezkire yazdırmış ve defaatle tekit etmiş ise de en ziyade alakadar olan Evkaf ve Maarif de dahil olduğu halde hiçbir daire ve nezaret cevap vermemiştir. Üçüncü komisyon Bedri Bey’in zaman-ı emanetinde muavin Sezai Bey’in riyasetinde içtima etmiştir. Bu komisyonun sebeb-i içtimaı mülga Dahiliye Nezareti’nin 11 Temmuz 332 tarihli bir tezkiresidir. Tezkirede memleketimizin bedayi-i tabiiyesini Almanlara tanıtmak ve her sene tebdil-i hava için İsviçre ve İtalya gibi memleketlere giden Alman seyyahlarının büyük bir kısmını Türkiye’ye celp eylemek maksadıyla hükümetin taht-ı himayesinde bir idare tesisi için Ernst isminde birisi tarafından müracaatta bulunduğundan bahisle teklif-i vaki tetkik edilerek icap eden projenin vilayetle müştereken bittanzim irsali tebliğ olunmakta idi. Komisyon üç içtima akdederek ittihaz ettiği mukarreratı bir mazbata halinde takdim etmiştir. Komisyonda aza olarak Emanet Fen Müşaviri Mimar Kemaleddin, Heyet-i Fenniye Müdürü Kadri muavini Ali Ziya ve Umur-ı Hukukiye Müdürü Rıfat Müeyyid Beyler bulunmakta ve o sırada Heyet-i Fenniye mümeyyizliğinde bulunan mecmua muharriri de raportör vazifesini görmekte idi. (7) Mesaisini tespit etmiş olan üçüncü komisyonun raporu şayan-ı dikkat izahat ve mütalaatı havi bulunduğundan ziyadan vikayeten mecmua ile neşri tensip olunmuştur: “Bade’l-harp İstanbul’un emsali bilad-ı mütemeddine derecesinde imar ve tezyini esbabına tevessül etmek Emanet’in birinci dereceyi işgal eden vazifelerindendir. Almanlar tarafından bu yolda bir teklif vaki olmasa bile şehre züvvar celbi iktisaden zaruridir. Avrupa’da züvvarın rağbetine mazhar olan mahallerin İstanbul’dan farkı, oraların diğer bilada nispetle bedayi ve menazır-ı tabiiyesinin mevcudiyetiyle beraber her türlü asar ve mebani-i atika ve aliyeyi, measir-i medeniyeyi, vesait-i nakliyeyi, tenezzüh, spor ve eğlence mahallerini ihtiva eylemesinden ileri gelmektedir. Halbuki İstanbul’un bu gibi beldelerden aşağı kalır yeri yoktur. Çünkü İstanbul, bin beş yüz senelik kadim bir belde, tarihte, tarih-i edyanda haiz-i iştihar bir memleket, Bizans ve Osmanlı asar-ı medeniyesini havi mühim bir şehir, iki kıtanın mültekasına müsadif ve iki mühim denizi yekdiğerine rabt eden latif bir boğazın üzerinde tesis olunmuş bir şehir ve aynı zamanda iklim ve manzaraca da kudret-i fatıranın nadir yarattığı yerlerden bulunmak itibariyle işbu ehemmiyeti nispetinde imar ve tezyin ve vesait-i fenniye ve medeniyesi terakkiyat-ı hazıra-i asriyeye göre ihzar ve teksir edildiği surette her şehirden ziyade züvvar celp edecek bir kabiliyette bulunduğu gayr-i kabil-i inkârdır. Bu nokta-i nazardan İstanbul’un imar ve tezyini hususunda ne kadar emek sarf olunsa becadır. İstanbul başlıca üç suretle imar olunabilir. Birincisi: Tamamıyla bir Avrupa şehri tarzında caddeler, sokaklar, meydanlar, parklar küşadı ve Avrupa’da maruf üslub-ı mimarilere göre mebani-i aliye vücuda getirilmesidir ki bu tarz-ı imar Avrupalıları menfaatdar edemeyeceği gibi zevk-i millilerine muvafık olmadığı için Türklerin de hoşuna gidemeyecektir. (8) İkincisi: Şehrin kademini göstermek için Bizans asarının ihyası suretidir ki bu, Türklük nokta-i nazarından temenni edilecek bir keyfiyet olmadığı gibi hal-i sabık bugün tamamıyla malum olamadığı için aynen ihya dahi kabil değildir. Üçüncüsü: Şarklılığı, İslamiyet’i, Türklüğü temsil eden mebani ve asar-ı mevcudeyi muhafaza etmek, şehirde peyderpey vücuda getirilecekleri de yine Türk tarz-ı mimarisine tevfikan inşa eylemek, kıymetdar ve şayan-ı istifade olmak şartıyla en ufak bir sanat-ı milliyi bile heder etmemek gibi başlıca üç nokta esas ittihaz olunarak diğer hususatta bir Garp memleketi ne gibi vesait-i medeniye, mebani-i aliye ve müessesat-ı umraniye ile mücehhez ise onları kabul ve tatbik etmektir ki şehrin hal-i hazırı da bu suretle imara daha ziyade kabiliyet göstermektedir. Bu tarz-ı imarda şehir aynı zamanda Şarklılığı ve Türklüğü muhafaza edeceği için Türkler nispetinde Avrupalılar da memnun ve müstefid olacaklardır. Binaenaleyh İstanbul’un imar ve tezyininde gözetilecek başlıca esas şunlar olmalıdır: İstanbul’un hin-i imarında mevcut eski ve faideli abidat ve mebani muhafaza olunabilirse de şehrin Bizanslılar zamanındaki halinin ihya edilmemesi ve tamamıyla bir Avrupa şehri halini almasına da meydan verilmemesi iktiza eder. Şu kadar ki bir Avrupalı buraya geldiği zaman bütün manasıyla bir Şark memleketi görmekle beraber Avrupa’da alışmış olduğu münakalattaki sürat ve muamelattaki suhulet ve istirahati İstanbul’da da bulabilmelidir. Bir de yenilik hususunda mümkün olduğu kadar az taklit yapılmalıdır. Mesela Avrupa’nın büyük şehirlerinde elli, yüz metre genişliğinde cadde vardır diye İstanbul’da da o vüsatta caddeler açılmasına heves edilmeyip yeni küşat olunacak caddeler, ihtiyaç ile mütenasip bulunmalıdır. Hususiyle bahçelerle muhat bulunan ve mürur ve uburu pek kesir olmayan mahallerde fazla masraf ihtiyarıyla geniş caddeler açılması cihetine gidilmemelidir. (9) Ta Bizanslılar zamanında Venedikliler idaresinde bulunmak gibi bir hususiyete malik olan ve bade’l-feth ekseriyet itibariyle gayrimüslimlere ve ecanibe makar olmak suretiyle Osmanlılar zamanında da İstanbul’dan farklı bulunan Galata ve Beyoğlu cihetlerinin bu hal üzere devamı kabul edilecek olursa İstanbul Türklüğe has olan safiyet ve bekâret-i asliyesini muhafaza etmek suretiyle temiz ve kibar bir halde bulundurularak eşgal-i adiyedeki zevk ve sefahat ve lubiyat mahalleri karşı cihette olmalıdır. Maahaza ezvak ve lubiyatın ahlakı ifsat etmeden ruhu terbiye ve âlâ edecek olan her şeklinin İstanbul’da da vücuda getirilmesi elzemdir. * ** İstanbul’un imarı hususunda ittihaz olunacak tedabir birinci içtimada bervech-i bala takarrür ettikten sonra ikinci içtimada teferruatı müzakere edilmiştir. Bir seyyahın memleketinden kalkıp da yüzlerce kilometre mesafe kat ederek İstanbul’a kadar gelmesi ya tetebbuat-ı fenniye ve tarihiyeye yahut tenezzüh ve ziyarete veya bir ihtiyac-ı sıhhiye müstenit olabilir. Binaenaleyh züvvarı celp edecek şehirlerin ihtiyacatı bu nukat-ı nazardan düşünülmek iktiza eder. Herhangi maksat için olursa olsun evvelemirde İstanbul’da ihtiyaç ile mütenasib caddeler, umumi meydanlar ve bahçeler küşat, tarh ve tanzim olunmalı ve şehre cari sular ıslah ve ihtiyacat-ı ahaliye kifayet edecek derecede teksir edilmeli. Şehrin umumi mecraları bir an evvel vücuda getirilmeli, Avrupa ve Şark usullerinde tefriş ve tanzim olunmuş müteaddit oteller inşa edilmelidir. İstanbul’da Darülfünun vesair mebani-i resmiye ile büyük ve milli bir tiyatro binası yapılmalı ve bu meyanda şehrin en güzel bir mevkiine de muhteşem bir Şehremaneti binası inşa olunmalıdır. Şehrin elyevm mevcut vesait-i nakliye-i berriye ve bahriyesi ıslah, tarifeleri hal ve ihtiyaç ile mütenasib bir hale ifrağ edilmekle beraber müteaddit otomobil ve otobüs şirketleri tesis olunmalıdır. (10) Şehir dahilinde Bizanslılardan kalma asarın şayan-ı istifade olanlarıyla Osmanlı abidat-ı sınaiye ve tarihiyesinin kolaylıkla ziyaret olunabilir bir halde etrafı açılarak bunlara müntehi yollar dahi tevsi ve muntazam surette imar olunmalıdır. Surlar, mahzenler, çukur bostanlar seyyahinin ziyaretine salih bir hale ifrağ ve tanzim edilmelidir. Topkapı Sarayı züvvara küşat edilmeli ve şehirde mevcut yine ilaveten müteaddit müzeler tesis ve küşat olunmalıdır. Şehrin haricinde Boğaziçi, Ayastefanos, Adalar, Anadolu demiryolu güzergâhı, Çamlıca, Alemdağı ve Yuşa Tepesi gibi mahallere gidip gelmek için muntazam yollar, köprüler, oralarda münasip mahallerde mükellef ve muhteşem oteller, gazinolar, eğlence ve oyun mahalleri inşa etmek; Boğaziçi’nin her iki sahilinde otomobil ve araba yolları, mühim ve mutena karyelerinde sahilden dağ zirvesine araba ve otomobil ile çıkılabilmek için hafif meyilli yollar ve bazı mahallerde füniküler hatları yapmak; Ayastefanos’ta, Karadeniz sevahilinde (Kilyos’ta) kumsallarda deniz banyoları tesis etmek; Alemdağı’nda ve Hürriyet-i Ebediye tepesiyle Kâğıthane arasında Belgrad karyesi civarında ormanlıklar tesis etmek; şehrin menazır-ı tabiiyesini panorama gibi gösterecek (mesela Çamlıca Tepesi, İcadiye... ilh gibi) mevakii intihap ve tayin etmek; şehir civarında ötede beride mevcut çayır, koruluk, teferrüç-gâh ve su membalarını bir kat daha ıslah ve imar etmek; şehrin münasip bir mahallinde mükemmel bir hayvanat ve nebatat bahçesi vücuda getirmek vehle-i evvelide nazar-ı dikkate alınacak mukteziyat-ı umrandan görülmüştür. Züvvarı memleketimizde temdid-i ikamete daha ziyade mecbur edebilmek için esbab-ı imar ve umranı şehir hududu haricine de teşmil ederek mesela Tuzla’daki İçmeler’i şayan-ı istifade bir hale ifrağ etmek, Yalova kaplıcalarının işlemesi umurunu ıslah eylemek, letafet ve ehemmiyeti malum-ı cihan olan Bursa vesait-i nakliye-i seria ile İstanbul’a rabt edilip (11) orada dahi asar-ı umran vücuda getirilerek bir kısım züvvarın Bursa’yı ziyaretine sebebiyet vermek de iktiza eder. Bunlardan [ma]ada İstanbul ve civarında muayyen mevsimlerde muayyen zamanlarda at koşuları, kayık yarışları vesaire gibi umumi sporlarla Boğaziçi’nde mehtap eğlenceleri tertip ettirmek de lazımdır. Züvvar celbi için şehrin imar ve tezyini esasatı düşünüldüğü bir sırada Avrupalıların en ziyade temas edecekleri halkın basit tabakasının melbusat ve serpuşunu da nazar-ı dikkatten dûr tutmamak icap eder. Şu kadar ki umumiyet itibariyle halkın serpuşuna bir şekl-i kati vermeyi düşünmek ve altı yüz seneden beri takarrür edemeyen tarz-ı telebbüslerini şimdi tayin ve tespit etmek esasen kabil olamayacağı gibi komisyonun teşebbüsüyle de bu işte muvaffakiyet husulü memul değildir. Bu meseleyi zaman tabiatiyle ve tedricen halledecektir. Ancak bu hususta Belediye'ye terettüp eden vazife başlıca iki kısım esnafın kıyafetini düzeltmektir ki bunların birisi arabacılar diğeri kayıkçılardır. Bugün arabacıların muttarid ve muntazam bir kıyafetleri yoktur. Bu kıyafeti hal ve ihtiyaç nispetinde ve zevk-i milliye muvafık bir tarzda ıslah etmek icap eder. Kayıkçılara gelince: Bunların bütün Garplıların mazhar-ı rağbeti olan hilali gömlek ile beyaz şalvar ve renkli camedandan ibaret ve sade zarif kıyafetleri vardır ki hem fenni hem de millidir. Kayıklarıyla beraber bunların eski kıyafetlerini de ihya etmek birinci derecede düşünülecek meselelerdendir. Memleketimizin bazı hususi halleri vardır ki Avrupalıları pek ziyade memnun ederek seyahatnamelerde bunlardan uzun uzadıya bahsedilmektedir. Bunların en mühimleri tetkik olunarak memleket için bir faideleri görülür ise ihya ve idameleri esbabına tevessül etmek de icap eder.
بر ئولكه يي، باشقه بر ئولكه ده تمثيل ايدن كيشيلره سفير يا ده ايلچي دينيلمكده در. ايلچيلر و باشلرنده اولدقلري ايلچيلك قوروملري تمثيل و ديپلوماتيك ايليشكيلرڭ ياننده استخبارات كوروي ده كورورلر. عثمانلي دولتي، يوز ييللرجه ايلچيلك آچمادن فرقلي يوڭتملرله استخبارات احتياجنى قارشيلامشدر. كيمي زمان مسلمان اولان يبانجي ئولكه وطنداشلري آراجيلغي ايله ، كيمي زمان عثمانلي وطنداشي غير مسلملر أوزرندن بيلكي طوپلامش و كيمي زمان ده استخبارات ايچون تجّارلري قوللانمشدر. سلطان ٢نجي عبدالحميد، ئولكه يي طوپارلامه ، بر قاريش طوپراق دخي ويرمه مه و اقونومي يي دوزلتمه سياستنڭ بر كرگي اولارق استخباراته چوق أونم ويرييوردى. دنيانڭ و عثمانلي دولتنڭ هر يرينڭ فوطوغرافلريني چكديرمش، برچوق قونوده راپورلر حاضرلاتمشدر. هانكي ئولكه نڭ اوردوسي نه طورومده دييه دواملي تعقيب ايدييوردي. ايتاليه نڭ طرابلسغربده كوزي اولديغني بيلييوردى. بونڭ ايچون ده كوزي ايتاليه نڭ أوزرنده يدي. طرابلسغربه قيشله لر ياپديردي. محتمل ايتاليان صالديريسنه قارشي عسكري برلكلر يرلشديردي. اوندن صوڭره اتّحاد ترقّينڭ ايلك ايشلرندن بريسي اوراده كي عسكرلري كري چكمك اولدي. عثمانلي دولتني صاواشده يڭمه احتمالي بولونمايان ايتاليه ، اتّحاد ترقّينڭ اوردويه سياست بولاشديران ذهنيتي يوزندن طرابلسغربي اله كچيردي. سلطان ٢نجي عبدالحميد، ايتاليه نڭ أوزللكله طونانمه سني تعقيب ايدييوردي. بونڭ ايچون حاضرلاتديغي راپورلردن بريسنڭ ايلك قسمي استانبول أونيورسيته سي آرشيونده ير آلمقده در. Bir ülkeyi, başka bir ülkede temsil eden kişilere sefir ya da elçi denilmektedir. Elçiler ve başlarında oldukları elçilik kurumları temsil ve diplomatik ilişkilerin yanında istihbarat görevi de görürler. Osmanlı Devleti, yüzyıllarca elçilik açmadan farklı yöntemlerle istihbarat ihtiyacını karşılamıştır. Kimi zaman Müslüman olan yabancı ülke vatandaşları aracılığı ile, kimi zaman Osmanlı vatandaşı gayrimüslimler üzerinden bilgi toplamış ve kimi zaman da istihbarat için tüccarları kullanmıştır. Sultan 2. Abdülhamid, ülkeyi toparlama, bir karış toprak dahi vermeme ve ekonomiyi düzeltme siyasetinin bir gereği olarak istihbarata çok önem veriyordu. Dünyanın ve Osmanlı Devleti’nin her yerinin fotoğraflarını çektirmiş, birçok konuda raporlar hazırlatmıştır. Hangi ülkenin ordusu ne durumda diye devamlı takip ediyordu. İtalya’nın Trablusgarp’ta gözü olduğunu biliyordu. Bunun için de gözü İtalya’nın üzerindeydi. Trablusgarp’a kışlalar yaptırdı. Muhtemel İtalyan saldırısına karşı askerî birlikler yerleştirdi. Ondan sonra İttihat Terakki’nin ilk işlerinden birisi oradaki askerleri geri çekmek oldu. Osmanlı Devleti’ni savaşta yenme ihtimali bulunmayan İtalya, İttihad Terakki’nin orduya siyaset bulaştıran zihniyeti yüzünden Trablusgarp’ı ele geçirdi. Sultan 2. Abdülhamid, İtalya’nın özellikle donanmasını takip ediyordu. Bunun için hazırlattığı raporlardan birisinin ilk kısmı İstanbul Üniversitesi arşivinde yer almaktadır. Transkripsiyonu: (1)İtalya kuvve-i bahriyesinin ahvâl-i hâzırası (2)1884 sene-i mîlâdiyesinden evvel İtalya donanması nazar-ı ehemmiyete alınacak derecede (3)olmayıp sene-i mezbûra İtalya devletince kuvve-i bahriyesinin tarih-i te’sîs ve teşkîl (4)nazarıyla bakmalıdır. (5)Mezkûr tarihdenberi güzerân eden on sene zarfında vukû’ bulan terakkiyât-ı azîme ve bahriye bütçesine (6)tahsîs kılınan mebâliğ-i külliye sâyesinde donanma ve tersaneler ve sâhil istihkâmâtı ikmâl edilerek (7)İtalya birinci derece düzel-i bahriye sırasına girmeye muvaffak olmuş ve mevki-i mezbûreyi muhâfaza edebilmek (8)için her fedâkârlığı göze almakda bulunmuşdur. (9)Maksad-ı matlûbun husûlü için muktezi mebâliğ-i külliye istikrâz-ı hâricî vâsıtasıyla tedârik (10)edilerek ilerisi düşünülmeksizin tersâneler tevsî’ ve her tarafda cesîm sefîneler inşâsına (11)mübâşeret olunarak sanâyi-i husûsiye dahî teşvîk edilmekle gerek hükûmet ve gerek husûsî tersâne (12)ve fabrikalarda İngiltere ve Fransa i’mâlâtına her husûsda muâdil top ve makine ve sefîne (13)i’mâl ve inşâsına muvaffak olundu. (14)İtalya donanmasının müesses-i evveli esbak bahriye nâzırı Mösyö Boyin’dir mûmâileyhin (15)bahriye mühendisliğinde derkâr olan ma’lûmât-ı fevkalâdesine nihâyet derecedeki (16)mağrûriyet-i şahsiyesi munzam olarak bu sûretle İtalya, Lepanto, Dandolo (17)gibi cesîm zırhlılar meydana gelmişdir. İşbu sefînelerin cesâmeti ve suver-i inşâiyelerinde (18)gösterilen mahâret-i fevkalâde hayret verecek derecede ise de top endahtı için (19)sükûnet-i lâzımeyi hâiz bulunmadıkları gibi bu günkü günde bir sefîneden matlûb olan manevra (20)suhûleti ve dümende hüsn-i te’sîri kendilerinde mevcûd bulunmadığından istihsâl edilen netâic (21)sarf olunan mebâliğ-i külliye ile hiçbir sûretle mütenâsib bulunmadığı âşikârdır bununla beraber (22)faâl ve mâhir bir süvarinin kumandası altında bir harb-i bahrîde pek çok işe yarayabilir. (23)İşbu son senelerde fenn-i inşaât-ı bahriyece vukû’ bulan tebeddülât ve terakkiyâta riâyeten (24)İtalya dahî cesîm sefâin-i harbiye inşâsından vakit ve zamanıyla sarf-ı nazar eyleyerek gayret-i (25)fevkalâde ile (kruvazör) (kâmilen zırhlı güvertesi zırhlı ve torpil kruvazörü) (26)inşâsına başladığı gibi (Amiral Sen Bon) modelinde bulunan birinci sınıf sefâin-i (27)harbiyeden bir kaçı kızakdan yakînen indirilecekdir. (28)Bu günkü fenn-i harb-i bahrî mûcibince bir sefîneden hareket ve manevrada sür’at vasat (29)çapda serî’ ateşli topların kesreti … mikdâr-ı kifâyede setr edecek (30)zırh mikdâr-ı küllî kömür ve cephane ahzına kâbiliyet bir de şiddetli müsâdeme (31)icrâsı matvîdir. (32)Amiral Sen Bon nâm cedîd zırhlı modelinde inşâ edilecek süfün-i harbiyede (33)işbu vesâit-i lâzıme ve matlûbe derece-i kifâyede husûle getirilmişdir (Reh Umberto (34)Sardinya Sicilya) gibi birkaç aded yüz tonilatalık topu hâmil ve kıymeti (35)üç milyon franga bâliğ olan cesîm zırhlılar inşâsından kâmilen sarf-ı nazar olunarak (36)bundan böyle inşâ edilecek birinci sınıf zırhlıları Amiral Sen Bon modelinde olacakdır. (37)(Peyemento) modeli üzerine inşâ edilmekde bulunan sekiz on bin tonilatoluk (38)kruvazörler her cihetle mükemmeldir sür’at-i fevkalâdeleriyle toplarının mükemmeliyetinden başka (39)vasatî bir sür’atle hareket edildiği hâlde (saatde on iki mil) kömür almaksızın (40)sekiz bin mil mesâfeyi kat’ etmeye iktidârları vardır. (41)(Eretora) modelinde bulunan torpido kruvazörleri bu günkü günde engin denizde (42)kullanılacak torpido sefînelerinin nümûne-i hakikisidir işbu kruvazörlerin küçüklüğüne (43)binâen (en büyüğü 380 tonilatolukdur) inşâlarıçün pek az zırh isti’mâl edilmiş (44)ve makine ile kazanları kömür anbarları vâsıtasıyla setr ve muhâfaza edilmişdir (45)Torpidoculuk İtalya’da torpidoculuğa (yani müteharrik torpido endahtı) ziyâdesiyle (46)ehemmiyet verilerek sûret-i fevkalâdede ilerletilmiş ve el-ân terakkîsine sa’y ve gayret (47)edilmekde bulunmuşdur. (48)Hizmet-i mezkûre için bu günkü gün 160 sefîne mevcûd olup bunların adedi günden (49)güne tezyîd ve modelleri dahî ikmâl edilmekde olduğu gibi zâbitân ve efrâd-ı bahriyenin (50)kısm-ı küllîsine torpido hizmeti ta’lîm etdirilmekdedir. (51)İki üç senedenberi (Şihav) modeli üzerine İtalya’da inşâ edilmekde bulunan (52)torpido sefîneleri gerek teknece ve gerek makinece düvel-i sâire tersânelerinde i’mâl (53)olunanların en mükemmeline her sûretle muâdildir. (54)Deniz lağımları deniz lağımlarına yani sâbit torpidoya gelince bunlara şimdiye kadar (55)derece-i kifâyede ehemmiyet verilmemiş ise de bahriye nezâreti deniz lağımlarının sâhil (56)muhâfazasında derkâr olan ehemmiyet-i fevkalâdesini takdir edilerek hizmet-i mezkûrenin…
Eski ismi Bizantion, Kostantiniyye, Konstantinopolis ve İstambul şeklinde olan İstanbul şehri, Fatih Sultan Mehmed tarafından fethedildikten sonra İstanbul ve İslambol adını almıştır. İslam medeniyet tasavvuruna uygun olarak zamanla pâyitaht-ı saltanat, makarr-ı saltanat, dârülhilâfe, dârüssaltana, dersaâdet, âsitâne, belde-i tayyibe gibi isimlerle de anılan İstanbulʼun fetihten önceki “Kostantiniyye” ismi, resmî vesika ve sikkelerde her zaman kullanılmıştır. Bunda şüphesiz Fatih Sultan Mehmedʼin, kendisini aynı zamanda fethedilen Rum topraklarının hükümdarı olarak görmesi, Devlet-i Aliyyeʼnin bir cihan devleti olma mefkûresi etkili olmuştur. Ancak bu kelimenin kullanımında ilk başta göze çarpmayan başka bir önemli hadise de vardır ki o da fethin müjdecisi olan Peygamber Efendimizin (sav) hadîs-i şerîfleridir. İmâm Ahmed b. Hanbel’in (ra) Müsned isimli eserinde geçen ve sahîh olarak kabul edilen hadîs-i şerîfte Efendimiz (sav) şöyle buyurmaktadır: “Kostantiniyye mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur!” Bu hadîsin sahîhliğini tartışmaya açanlar ne hikmetse İstanbul 1453 yılında fethedildikten sonra bu konuyu dile getirmişler, başta sahâbe-i kirâm efendilerimizin bu müjdeye nâil olmak için İstanbulʼa yapılan onlarca seferi görmezden gelmişlerdir. Mesela ilerlemiş yaşına rağmen mihmândâr-ı Resûlullâh (sav) Ebâ Eyyûb el-Ensârîʼnin bu kuşatmalardan birine iştirak etmesi ve şehîd olduğu takdirde buraya defnedilmeyi arzu etmesi, en başta böyle bir müjdenin sahâbeler arasında bilindiğine işaret etmektedir. Ziyareti dînen mukaddes olan şehirler, bilindiği üzere Mekke, Medine ve Kudüsʼtür. İstanbul bu şehirlerden biri değilse de tarihte en çok ziyaret edilen dînî mekânlardan biri olmuştur. En başta hadîs-i şerîfte İstanbulʼun açıkça övülmesi, pek çok ashâb-ı kirâmın kabirlerinin burada olması, hadîs-i şerîfte övülen Sultan Mehmedʼin, askerlerinin (niʻmeʼl-ceyş) ve birçok evliyanın burada medfûn olması, kutsal emanetlerin burada olması, yüzyıllarca İslamʼın hilafet merkezi olması gibi faktörler, İstanbulʼa verilen kıymetin başlıca sebeplerindendir. Fetih hadisesi Osmanlı tarihçileri tarafından özel başlıkla incelenmiş, bu konu hakkında müstakil eserler kaleme alınmıştır. Bu müelliflerden biri de Miladi 1520 senesinde vefat eden Mehmed Neşrîʼdir. Neşrî, Kitâb-ı Cihânnümâ adlı eserinde Âdem aleyhisselâmdan başlayarak kendi zamanına kadar olan tarihî hadiseleri kaydeder. Eserini 1485-1493 tarihleri arasında tamamladığı varsayılan Neşrîʼnin eserinden, İstanbulʼun fethi ile ilgili olan kısmının belirli bölümlerini dikkatinize sunuyoruz. Peygamberimizin (sav) mübarek hadîslerine ve medihlerine nâil olan İstanbulʼun da bu övgüye layık şekilde idaresini Cenâb-ı Hakkʼtan niyaz ediyoruz. (1) Sultān Muhammed eyitdi: “Lala bu yıl İstanbulʼı yayların.” ʻAsâkir-i azīme cemʻ idüp hünkâr (2) İstanbulʼa müteveccih oldı. Andan tekvurı Kir-Liku nâm veziri ilçilige gönderdi. Amân diledi. (3) Hünkâr iltifât itmedi. El-kıssa buyurub esbâbı ihzar idüb İstanbulʼun üzerine (4) düşdiler. Etrâf-ı ʻâlemden kendü varan ʻaskerün hod nihâyeti yoğıdı. İstanbulʼun kurudan (5) yana Anatollı kuşatıp kuşadub dört yüz pâre gemi dahi deryâ tarafından kuşatdı. Yetmiş pâre (6) gemi dahi kalʻanun üsti yanından yilken açub tasnîfile savaşçıları içinde ayağın (7) tururken kurudan yürüdüb denize hisār dibine indürdiler. Ve deniz üzerine köpri dahi yapdılar. (8) Tekvur veziri Kir-Likuʼyla müşâveret itdi ki kalʻayı vire. Firenk komayub biz cenk iderüz, (9) virmezüz dediler. Andan elli gün leyl ü nehâr cenk itdiler. Birinci gün hünkâr İstanbulʼa (10) yağma buyurup yüriş itdiler. Eydürler ki: “Hicretün sekiz yüz elli yedisinde Rebîʻuʼl-evvelün on (11) bişinde ibtidâ olundı, Cümâdeʼl-âhir ayınun yigirmisinde Seşenbih güni sabâh vaktinde feth (12) oldı. … (13) Bunlarun hikâyeti tavîldür. Ammâ kaziyyeleri maʻlûmdur. Vâkıʻa-i Halîl Paşa ʻâlemde meşhûrdur. (14) Andan Cumʻa güni Ayasofya Cumʻa namâzın kılub Muhammed Han adına hutbe-i Muhammedî okundı. … (15) Ve dahi Sultān Muhammed evvel kule yapup hazîne idüp andan (16) Eski Sarâyʼı yapup bir kalʻa-veş havlı çevürdi. Anda tavattun itdi. Sonra anı beğenmeyüp (17) bir kalʻa dahi yapdı. Harem idüp içinde ʻâlî sarâylar yapup anı tahtgâh idindi. Dâyim (18) anda mütemekkin olurdı. Ve dahi bir tarafında bir ʻâlî bağce idüp cevürdi. Ve dahi bir şerîf (19) yirinde sekiz medrese yapup ortasında bir ulu câmiʻ yapup mukābelesinde bir ʻâlî ʻimâret (20) ve bir tarafında bir dârüʼş-şifâ yapdurdı. Andan medreselerün üzerinde sûhteler içün birer (21) tetimme yapdurdı. Ve dahi sūfîler turacak riyâzethâne dahi yapdurdu. Ve bu mecmûʻu sûhteyâ- (22) nun aşını etmeğini etini ol ʻimâretden kıldı. Bir ʻimâretdür ammâ vâhidün ke-elfdür. Andan Şeyh (23) Vefâzâdeʼyiçün bir câmiʻ yapdurup ve şehirden taşra Hazreti Eyyûb Ensārîʼde bir ʻimâret (24) ve bir medrese ve bir câmiʻ yapup Eyyûb Hazreti üzere türbe yapdurdı. Ve dahi nice hammâmât (25) yapdı kim ʻâlemde kimse mislin görmiş degildür. Ve İstanbulʼı ve Ayasofyaʼyı meremmet itdi. (26) El-hâsılı cemîʻ-i İstanbulʼı Sultān Muhammed Han ʻimâret idüp bir vechile maʻmûr oldı kim etrâf-ı (27) ʻâlemde anun misli şehr yokdur diyü şehâdet iderler seyyâhlar. Sultan Muhammedʼün ʻâlemde âsârı (28) çokdur. Bunca hammâmât ve ribâtāt ve hankāhlar husūsā ki İstanbul yolında yapdurdı. (29) Vilâyet-i Rûm bunun kudûmuyla maʻmûr oldı. İstanbulʼda ʻulemâya ve fukaraya ve sulehâya ve zühhâ- (30)da ve eytama ve tul ʻavrata sadakat üleşdürürdi. Anlara her ay vazife taʻyîn (31) itmişdi. Kendü eliyle üleşdürdüginün hod nihâyeti yoğıdı. Rahmetuʼllâhi ʻaleyhi rahmeten vâsiʻaten. Sadeleştirme (Bahar ayı geldiğinde) Sultan Muhammed lalasına (Halil Paşa) şöyle dedi: “Lala, bu yıl yaz mevsimini İstanbulʼda geçiririz.” Fetih için birçok asker toplayan padişah İstanbulʼa yöneldi. Bunu haber alan Bizans tekfuru, veziri Lukas Notaras elçi olarak Fatihʼin huzuruna gönderdi ve aman dileyerek şehre saldırılmamasını talep etti. Ancak padişah bunu kabul etmedi. Tüm şartlar hazır edildikten sonra İstanbul kuşatıldı. Dört bir taraftan gelen askerle birlikte deniz tarafından 400 parça gemi kuşatmaya katıldı. Bununla beraber 70 parça gemi, kara yoluyla Haliçʼe indirildi ve buraya bir köprü yapıldı. Bizans tekfuru, veziri ile istişare ederek kaleyi teslim etmek istediyse de askerler şehri vermeyeceklerini, savaşacaklarını söylediler. 50 gün ve 50 gece yapılan kuşatma neticesinde, Hicri 857 senesinin 15 Rebilüevvelʼinde padişah genel hücum emrini verdi. Cemaziyelahir ayının 20ʼsine denk gelen Salı günü de fetih müyesser oldu. Bu olaylar çok uzundur ancak bilinen şeylerdir. Mesela Halil Paşa hadisesi meşhurdur. Velhasıl Cuma günü Ayasofyaʼda Cuma namazı kılınıp Muhammed Han adına hutbe okunmuştur. Fetihten sonra Sultan Muhammed ilk önce Yedikuleʼde müstahkem bir kale yaptırdı, ardından (zamanımızda İstanbul Üniversitesiʼnin bulunduğu yerde) bir saray (Eski Saray) inşa ettirdi ve orada ikamet etti. Daha sonra yeni bir saray (Topkapı Sarayı) daha yaptırdı ve etrafını geniş bir bahçe ile çevirdi. Şehrin yüksek bir yerinde sekiz medrese (Sahn-ı Semân), ortasına bir büyük cami (Fatih Camii), caminin karşı tarafında da bir aşevi ve hastane yaptırdı. Ardından (Sahn-ı Semân) medreselerine ilave olarak (onların bir derece altında olan) tetimme medreselerini inşa ettirdi. Ayrıca tasavvuf erbabına bir riyazet yeri de yaptırdı. Buralardaki talebelerin hepsinin yemeğini, yaptırdığı aşevinden karşılattı. Bu imaret o kadar büyüktür ki bir tanesi bin imaret gibidir. Ayrıca Şeyh Ebuʼl-Vefâ hazretleri için bir cami, Ebû Eyyûb el-Ensârî (ra) hazretlerinin semtinde bir aşevi, medrese, cami ve Hz. Ebû Eyyûbʼun (ra) mezarı üzerinde bir türbe inşa ettirdi. Bunlardan başka İstanbulʼda o kadar çok hamam yaptırdı ki bu zamana kadar hiç kimse bu kadarını görmemiştir. Velhasıl, İstanbul ve Ayasofyaʼyı o kadar mamur etti ki seyyahlar, dünyada bunun gibi güzel bir şehir yoktur diye şehadet ederler. Sultan Muhammedʼin eseri çok fazladır; özellikle İstanbul güzergâhında pek çok hamam, han, dergâh yaptırmıştır, çevre iller de bu yapılarla mamur olmuştur. Sultan Muhammed ayrıca İstanbulʼda âlim, fakir, sâlih, zâhid, yetim ve dullara sadakalar vermiş, onlara aylık maaşlar bağlatmıştır. Hatta kendi eliyle insanlara yaptığı ihsanın haddi hesabı yoktur. Allah ona bol bol rahmet eylesin.
Belgedeki kelimeleri sırasıyla okuyup okunuşlarını aşağıdaki boşluklara yazınız. Daire içinde denk gelen harfleri sırasıyla yazarak çıkan cümleyi Osmanlı Türkçesine çeviriniz. Ç Ö Z Ü M
(26a) Ammâ balgam tabîʻî olmak var, gayr-ı tabîʻî olmak var. Balgam-ı tabîʻî odur ki, deme ziyâde müstahîl ola. Fâidesi oldur ki, bedende kan az olsa cüz’î zamânda kana müstahîl olur. Zîrâ hakīkatde dem-i hāmdır. Gayr-ı nazīcdir. Bedene gıdâ olduğundan mâʻadâ aʻzāya dahi gıdâ olur. Meselâ dimâğ ve beden rutūbet-i zâide hâsıl itse hareket-i bisyâr ile yâbis olub mutazarrır olduğu hînde balgam ana imdâd ider. Ve zararın defʻ ider. Balgamda iki vech vardır. Birisi taʻmdır. Bu taʻm da dört kısımdır. Balgam-ı tefih ve balgam-ı mâlih ve balgam-ı hâmız ve balgam-ı afısdır. Bir vechi dahi taʻmı olmamakdır. Ana mesîh dirler. Bî-lezzet olduğiçün bu balgamın mâiyyeti gālibdir. Bu ol balgamdır ki, mâlihdir. Mirre-i safrâ ile mahlûtdur. Bu nevʻ balgam nevʻan hârrdır. Belki bürûdete mâildir. Şol nevʻ kim hāmızdır. Bu ol balgamdır ki, harâreti ziyâde zaʻîfdir. Hiç nuzc görmemişdir. Ve şol balgam ki, afîsdir. Araziyyetle mahlûtdur, kesâfeti gālibdir. Bürûdete ve yübûsete mâildir. Kıvâm cihetinden cidden rakīkdir. Bu envâʻda bundan kesîf yokdur. Balgam-ı gayr-ı tabîʻînin ciheti kıvâmda ve puhtelikde dört kısımdır: hām, cassī, zücâcî, mâîdir. Balgam-ı hām-ı gayr-ı tabîʻî muhtelifdir. Gılzetde eczâ-i mahsūsesinin ihtilâfı vâzıhdır. Balgam-ı cassī-i gayr-ı tabîʻînin hâli bedende kalmağla harâret ana tasarruf eylememişdir. Eczâ-i latīfi tahlîl olur. Ve cüz’-i kesîfi bâkī kalur. Zücâcî ol balgam-ı gayr-ı tabîʻîdir ki, kıvâmı belki hılt-ı lezc hey’etinde ola. Âb-ı mücellâ gibi zücâca müşâbih ola. Ve mâî ol balgamdır ki gayr-ı tabîʻîdir, bedende kalub harâret anı tasarruf eyleyüb latīfi tahlîl ve kesîfi kalmış ola. Bu balgam ziyâde ebreddir, mâiyyeti gālibdir. Ammâ sevdâ tabîʻî olmak var, gayr-ı tabîʻî olmak var. Tabîʻî olan ol sevdâdır ki, dürdî-i dem-i sālihdir. Fâidesi baʻzı aʻzāya metânet ile gıdâ virmekdir. Ve aʻsābı ve ʻizāmı muhkem kılmakdır. Ve demi (26b) metîn kılmakdır ki, ʻizām ola. Ve dem-i sālihe mülâkī olıcak aʻzāya kuvvet iʻtā ider. Vakt-i hâcetde tıhâle dökülür. Zahīre olur. Şol vakit ki, taʻâma şehvet kalmaz, bu sevdâdan bir mikdâr dehân-ı miʻdeye vâsıl olur. Humûziyyeti cihetiyle iştihâ virir. Gıdâya iştihâ bundan ʻibâretdir. Ve sevdâ-yı gayr-ı tabîʻî hılt-ı mahrûkdur ki, ihrâkı gayr-ı tabîʻîdir. Ve hılt-ı tabîʻî ol zamân olur ki, ciğerde hâsıl ola. Bu takdîrce mâdde dem-i sālih olmağa gıdâ-yı sālih lâzımdır. Meselâ gıdâ-yı cerb ve şîrîn bedende safrâ olur. Ve galîz ve ratb olan balgam olur. Ve gıdâ-yı galîz ve kesîfden sevdâ olduğu gibi. Sadeleştirme Hazım Esnasında Oluşan Dört Hılt (2) Balgam normal ve anormal olmak üzere ikiye ayrılır. Normal balgam, kan hıltına dönüşebilecek kabiliyettedir. Faydası, bedende kan hıltı azalırsa kısa zamanda kana dönüşebilmesidir. Normalde bu balgam, ham kandır. Balgam hem bedeni hem de organları besler. Örneğin beyin ve beden fazla nem üretirse, aşırı hareket etmek bu nemi kurutur, bu da vücuda zarar verir, ancak tam bu anda balgam imdada yetişir ve kurumuş olan nem dengesini normale çevirir. Balgam iki yönden incelenir: tat ve kıvam. 1. Tatlılık bakımından balgam dört çeşittir: Hiç tadı olmayan, tuzlu, ekşi, kekre. Tatsız olan balgamın diğer bir ismi mesîhtir. Lezzetsiz olduğu için su oranı fazladır. Tuzlu balgam acı safra ile karışıktır, soğuğa yakın sıcaktır. Ekşi balgamın sıcaklığı çok azdır, hiç pişmemiştir. Kekre olan balgam ise toprak hıltı ile karışıktır, yoğunluğu fazladır. Soğuk ve kuruluğa meyillidir. Kıvam olarak çok incedir, ancak en yoğun balgam budur. 2. Anormal balgam kıvam ve pişme bakımından dört çeşittir: ham, cassî, zücâcî, mâî. Ham balgamın birçok çeşidi vardır ve kıvamı farklı farklıdır. Cassî yani kireç rengindeki balgamı bedendeki sıcaklık etkilememiştir. Yumuşak kısımları vücuttan atılır, yoğun kısımları ise bedende kalır. Zücâcî yani camsı balgam yapışkan hılt gibidir. Parlak cama benzer. Mâî balgamın ise sıvılığı baskındır, bedenin sıcaklığıyla yumuşak kısmı dışarı atılır, yoğun kısmı vücutta kalır. Bu balgam çok soğuktur. Sevda hıltı da normal ve anormal olmak üzere iki çeşittir. Normal sevda halis kan hıltının tortusudur. Faydası, bazı organlara dayanıklılık vermesi ve besin olmasıdır. Sinirleri ve kemikleri sevda hıltı sertleştirir. Ayrıca kemiklerin oluşumunda yer alması için kanı da sertleştirir. Sevda, halis kan hıltına karıştığında organlara güç verir. Vücuttan atılması gerektiğinde dalağa dökülür. Eğer insanın iştahı kapanırsa bu sevdadan bir miktar mide ağzına ulaşır. Ekşiliğinden dolayı iştah verir. Yemeğe duyulan iştah bu hılttan ortaya çıkar. Anormal sevda ise yanmış hılttır ve anormal biçimde yanmıştır. Normal olan hılt, ciğerde oluşan hılttır. Vücutta halis kanın olması için halis ve sağlıklı gıdalar yemek gerekir. Örneğin yağlı ve tatlı bir gıda bedende safraya dönüşür. Yoğun ve nemli olan gıda balgam olur. Yoğun ve sert olan gıda da sevda olur. *(Kaynak: Emir Çelebi, Enmûzecüʼt-Tıbb, T-7043, 26a-26b)
Nevresideganın tenvir-i efkâr ve tehzib-i ahlakına hadim haftalık risaledir. (2) Bilmece 1) Semada bir burç ismi bulunuz ki bir harfi ıskat olunursa bir çiçek olsun. 2) ... Asya-yı Osmani’de bir sancak ... i’lam ile müradif bir lafız ... Farisi bir fiil-i muzari, menfi, müfred, gaib ... masdar-ı dâlîlerin mâ kabli ... felek manasına bir lafız Kelimatın mürekkeb olduğu beş harf yerine vaz’ olundukta sağdan sola ve yukarıdan aşağıya olanlar aynı surette okunur. 1) Tavuklar küçük çakıl taşlarını niçin yutarlar? 2) Kışın koyu renkli ve yazın açık renkli elbise iktisa eylediğimizin esbabı nedir? Hal edenler namına kura çekilecek; isabet edene kıymettar bir kitab ihda edilecektir. (3) Letaif Latife-i e’âzım Keçecizade İzzet Monla merhumun yanında bir kadından bahsedilirken fesahat taslamak isteyen bir bî-behre, “merhume ihtiyare, âkile bir kadın idi.” deyince Monla da, “Hay hâya, hay hâya” cevabıyla mukabele eyler. (4) Elfaz-ı Tıfılana Çocuğa sofrada ba-husus misafir bulunduğu zaman, sorulmadan söylememesini tenbih ettiler. Biraz sonra sofraya börek getirdiler. Çocuk tahammül edemeyerek annesine dedi ki: - Anne, bana hiçbir şey sorulmayacak mı? - Ne sorulsun istersin? - Börek ister miyim diye. (5) Peder: Dinle evladım, mantar daima nem yerlerde biter. Çocuk: Ya, demek onun için şemsiyeye benzer! Kudret (dört yaşında) elinin parmaklarına sıra ile baktıktan sonra birden bire: Baba, dedi, benim ne zaman serçe parmağım ötekiler gibi büyüyecek. (6) Kimya imtihanında: Muallim: Deniz suyunda tuzdan, yani klor sodyumdan başka ne bulunur? Şakird: (Biraz düşünerek) Balık bulunur efendim. Hayvanat sergisinde: Müşteri: Bir maymun almak istiyorum. Memur: Beğeniniz efendim. Müşteri: Ama canlısını isterim. Memur bağırarak: Usta, seni istiyorlar! (7) İ’lanat Diş muayene ve imalhanesi Sabri Paşa caddesinde icra-yı sanat eden mekteb-i tıbbiye-i şahane mezunlarından diş tabibi Mehmed Rıfat Efendi ile A. İsmet Efendi, mekteb efendilerine mahsus olmak üzere, diş tedavisini ve diş çıkarmayı meccanen vesair hususatı ilan ettikleri tarifeden daha dûn bir fiyat ile icra etmektedirler. Müracaat edecek efendiler müdiriyetin tadsikini havi bir tezkire ibraz etmelidirler.
اجداد يادكاري توم اثرلريمزده ، ياپيسيله ويا دوشونجه طرزيله بزي شاشيرتان أورنكلر واردر. بونلردن بري يوزغات ايلمزڭ مركزنده چاپان اوغلي (بيوك) جامعنڭ ياننده بولونان ساعتلي چشمه در. ٢نجي عبد الحميد طرفندن ١٩٠٠ تاريخنده ، تحته چيقيشنڭ ٢٥نجي سنهء دوريه سنده ساعتلي چشمه آديله ياپديريلمشدر. ساعت قله لرينه اهتمام كوسترمسيله بيلينن عبدالحميد خان، ياپديرديغي چشمه يه ده بويله بر أوزللك قزانديرمشدر. هم ساعت هم چشمه تاصاريمي اوني فرقلي قيلان ايكي آنا أوزللك. أوڭجه دن ساعتڭ ايكي ياننده برر يووارلاق كونش سوسله مسي وارمش. آيريجه آلت قسمنده عثمانلي آرمه سي و عدالت سمبولي اولارق چاپراز قيليچلر بولونورمش. بو آرمه و ديگر موتيفلر مع الاسف قازينمش. كتابه سي ده عين شكلده قازينمشدر. ساده جه آلت قسمده قوشاق شكلنده بسمله و تاريخ بولونمقده در. چشمه بياض طاشدن ياپيلمش اولوب طاشلرڭ ده يوزغات صاري قيادن كتيرتيلديگي بيلينير. ساعتلي چشمه نڭ بڭزر أورنكلري ازمير، موغله ، چاناق قلعه ايللريمزده ده موجوددر. موصلقلرندن تاريخ آقان بو قيمتلي اجداد چشمه سني اڭ ايي شكلده اوڭاروب أوزينه قاووشديرمق، قورومق دعاسيله … Ecdad yadigarı tüm eserlerimizde, yapısıyla veya düşünce tarzıyla bizi şaşırtan örnekler vardır. Bunlardan biri Yozgat ilimizin merkezinde Çapanoğlu (Büyük) Caminin yanında bulunan saatli çeşmedir. 2. Abdülhamit tarafından 1900 tarihinde, tahta çıkışının 25. seneyi devriyesinde saatli çeşme adıyla yaptırılmıştır. Saat kulelerine ihtimam göstermesiyle bilinen Abdülhamid Han, yaptırdığı çeşmeye de böyle bir özellik kazandırmıştır. Hem saat hem çeşme tasarımı onu farklı kılan iki ana özellik. Önceden saatin iki yanında birer yuvarlak güneş süslemesi varmış. Ayrıca alt kısmında Osmanlı arması ve adalet sembolü olarak çapraz kılıçlar bulunurmuş. Bu arma ve diğer motifler maalesef kazınmış. Kitabesi de aynı şekilde kazınmıştır. Sadece alt kısımda kuşak şeklinde Besmele ve tarih bulunmaktadır. Çeşme beyaz taştan yapılmış olup taşların da Yozgat Sarıkaya dan getirtildiği bilinir. Saatli çeşmenin benzer örnekleri İzmir, Muğla, Çanakkale illerimizde de mevcuttur. Musluklarından tarih akan bu kıymetli ecdad çeşmesini en iyi şekilde onarıp özüne kavuşturmak, korumak duasıyla…
بو دوه لر كيمڭ؟ حضرت عمرڭ اوغلي عبد اللّٰه بر خاطره سني شويله آڭلاتييور: برقاچ دوه صاتین آلارق اوتلاتيلمق أوزره مرعايه كوندردم. سميروب كوزللشدكدن صوڭره اونلري صاتمق ايچون مدينه يه كتيردم. پازارده بولونديغم صيره ده بابام اورايه كلدي. بنم سميز دوه لريمي كورنجه بونلرڭ كيمه عائد اولديغني صوردي. - بو دوه لر اوغلڭ عبد اللّٰهڭدر، ديديلر. بابام ده بڭا، - اي عبد اللّٰه، اي امیر المؤمنينڭ اوغلي! دييه سسلندي. قوشا قوشا كيدوب، - بويورڭ اي مؤمنلرڭ امیري، بر امريڭزمي وار؟ ديدم. بونڭ أوزرينه بابام شونلري سويله دي: - هركس مؤمنلرڭ امیرينڭ اوغلي اولديغڭ ايچون سنڭ دوه لریڭه أوزل ايلكي كوستروب باد هوا اوتلاتوب صولاسين، سن ده بوندن كار ايت، أويله مي؟ اي عمرڭ اوغلي عبد اللّٰه، بو دوه لر ايچون ويرمش اولديغڭ سرمايه ڭي آل، كري قالاننى ده مسلمانلرڭ بيت المالنه كوندر. Bu Develer Kimin? Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah bir hatırasını şöyle anlatıyor: Birkaç deve satın alarak otlatılmak üzere meraya gönderdim. Semirip güzelleştikten sonra onları satmak için Medine’ye getirdim. Pazarda bulunduğum sırada babam oraya geldi. Benim semiz develerimi görünce bunların kime ait olduğunu sordu. - Bu develer oğlun Abdullah’ındır, dediler. Babam da bana, - Ey Abdullah, ey Emirü’l-müminînin oğlu! diye seslendi. Koşa koşa gidip, - Buyurun ey Müminlerin Emiri, bir emriniz mi var? dedim. Bunun üzerine babam şunları söyledi: - Herkes müminlerin emirinin oğlu olduğun için senin develerine özel ilgi gösterip bedava otlatıp sulasın, sen de bundan kâr et, öyle mi? Ey Ömer’in oğlu Abdullah, bu develer için vermiş olduğun sermayeni al, geri kalanını da Müslümanların beytülmaline gönder. هيچ بر شكلده سوزلرينى دگيشديرمديلر قريشلي زنكين بر عائله نڭ چوجغي اولارق دنيايه كلدي. مسلمان اولدقدن صوڭره عائله سنڭ قارشي چيقاجغنى بيلديگي ايچون ايلك زمانلر ايماننى و عبادتلريني كيزله دى. مسلمان اولديغي أوگرنيلنجه عائله سي اوني حپس ايتدي و يولندن دونمسي ايچون باصقي ياپديلر. مصعب بن عمير نبوّتڭ بشنجي ييلنده حبشستانه هجرت ايتدي. بر سوره صوڭره مكّه يه كري دوندي و برنجي عقبه بيعتنه قدر مكّه ده قالدي. ٦٢١ ييلنده پيغمبريمز، مدينه ليلرڭ ايستگيله اوني معلّم اولارق كورولنديردي و مدينه يه ايلك هجرت ايدن صحابه و ايلك معلّم اولدي. مصعب بن عمير مدينه نڭ أوڭده كلن شخصيتلرندن اسيد بن حضير و سعد بن معاذ كبي طانينمش شخصيتلرڭ مسلمان اولمه لرينه وسيله اولدي. ٦٢٢ ييلنده ايكيسي قادين يتمش بش كيشيله حج دونمنده مكّه يه كلدي. أوچ آي مكّه ده قالوب كري دوندي. احد غزوه سنده مسلمانلرڭ سنجاقدارلق كوروينى ياپان مصعب بن عمير بو حرب اثناسنده شهيد دوشدي. صاواشدن صوڭره شهيدلر دفن ايديليركن پيغمبريمز، يوقسول بر قيافت ايچنده كي مصعبي كوستره رك اونڭ بر زمانلر اڭ كوزل البسه لري كيديگني، اڭ كوزل ييمكلري يیدیگنى، فقط اللّٰه و رسولنڭ سوكيسني هر شيئه ترجيح ايتديگني سويله دي. آردندن، ”مؤمنلر ايچنده اللّٰهه ويردكلري سوزده طوران نيجه كيشيلر واردر. اونلردن بعضیسي سوزيني يرينه كتيروب او يولده جاننى ويرمش، بعضیسي ده - شهيدلگي- بكله مكده در. اونلر هيچ بر شكلده - سوزلرينى- دگيشديرمه مشلردر“ مئالنده كي احزاب سوره سي، ٢٣نجی آيتي اوقودي. صحابه لر احدده شهيد اولديغنده اوني صاراجق بر كفن بولامديلر. بدنڭ أوست قسمنى خرقه سيله أورتديلر، آياقلرينڭ أوستني ده اوتلر ايله قپاتديلر. رضي ا لله عنه. Hiçbir Şekilde Sözlerini Değiştirmediler Kureyşli zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Müslüman olduktan sonra ailesinin karşı çıkacağını bildiği için ilk zamanlar imanını ve ibadetlerini gizledi. Müslüman olduğu öğrenilince ailesi onu hapsetti ve yolundan dönmesi için baskı yaptılar. Mus‘ab bin Umeyr nübüvvetin beşinci yılında Habeşistan’a hicret etti. Bir süre sonra Mekke’ye geri döndü ve Birinci Akabe Biatı’na kadar Mekke’de kaldı. 621 yılında Peygamberimiz, Medinelilerin isteğiyle onu muallim olarak görevlendirdi ve Medine’ye ilk hicret eden sahabe ve ilk muallim oldu. Musab bin Umeyr Medine’nin önde gelen şahsiyetlerinden Üseyd b. Hudayr ve Sa‘d b. Muâz gibi tanınmış şahsiyetlerin Müslüman olmalarına vesile oldu. 622 yılında ikisi kadın yetmiş beş kişiyle hac döneminde Mekke’ye geldi. Üç ay Mekke’de kalıp geri döndü. Uhud Gazvesi’nde Müslümanların sancaktarlık görevini yapan Musab bin Umeyr bu harp esnasında şehid düştü. Savaştan sonra şehidler defnedilirken Peygamberimiz, yoksul bir kıyafet içindeki Musab’ı göstererek onun bir zamanlar en güzel elbiseleri giydiğini, en güzel yemekleri yediğini, fakat Allah ve resulünün sevgisini her şeye tercih ettiğini söyledi. Ardından, “Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice kişiler vardır. Onlardan bazısı sözünü yerine getirip o yolda canını vermiş, bazısı da -şehidliği- beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde -sözlerini- değiştirmemişlerdir” meâlindeki Ahzâb suresi, 23. ayeti okudu. Sahabeler Uhud’da şehid olduğunda onu saracak bir kefen bulamadılar. Bedenin üst kısmını hırkasıyla örttüler, ayaklarının üstünü de otlar ile kapattılar. Radyallahu anh. بنم ده كوزيمڭ ياشنه باقمدي ييلديريم بايزيد خان، سليمان آدلي اوغلني مدرسه يه ويرمش. مدرّس ده شهزاده در، ايي تربيه كورسون دييه التماس كچمز و ديگر چوجقلره داورانديغي كبي داورانير، حتّی بعضًا قولاغنى بوكر يا ده فلقه يه ياتيريرمش. بر سفرنده شهزاده سليمان بو طوردن بيزار اولمش و باباسنه شكايتده بولونمش: - بن سنڭ اوغلڭ دگلمي يم، ديينجه پادشاه: - اوغلمسڭ، تختمڭ ياراشيغي و سلطنتمڭ سوسيسڭ دييه جواب ويرمش. بوڭا بناءً شهزاده شويله ديمش: - سن روم سلطانيسڭ و بن سنڭ اوغلڭم. نيچون خواجه م بني ديگر چوجقلر كبي دوگر و فلقه يه ياتيرير؟ بو مناسبميدر؟ پادشاه بوڭا بناءً: - يارين سنڭله وارايم، او مدرّسه بر ايش قيلايمكه ديگر ايشلره بڭزه مه سين، دير. ايرته سي كون صباح اولور. پادشاه همن مدرّسه بر آدمنى كوندرير و ديركه : - امیر سليمانڭ دماغنده خلل وار، طورومي ايي دگل. شيمدي برازدن يانڭه كله جگم. بن سڭا اعتراض ايتديگم زمان الڭده كي دگنك ايله أوزريمه حمله ايده سڭ. أوگرنجيلري قوغالار كبي بني قوغالاياسڭ. حتّی دگنگي بر مقدار بڭا اوره سڭ، دير. بر مدّت صوڭره ييلديريم بايزيد، اوغلي سليمانڭ الندن طوتارق مكتبه كيدر. مدرّس دخي النده ادب دگنگي ايله اونلري بكله مكده در. پادشاه ايچري كيرر كيرمز شويله دير: - بره خواجه ، بن سڭا اوغلمي اوقومه يه ويردم. سن نيچون بوني ديگر چوجقلرله بر طوتارسڭ و اوني ده فلقه يه ياتيريرسڭ، ديينجه خواجه همن أوزرلرينه طوغري كلوب پادشاهڭ كاه اتگنه كاه ديواره كاه يره چات پات اورا اورا مدرسه دن طيشاري چيقارمش. بر ايكي دفعه ده دگنگي شهزاده يه طوقونديرمش. شهزاده مدرسه ده قالمش، سلطان باباسي ايسه مدرسه يي ترك ايدرك سرايه كيتمش. بو وقعه قارشيسنده شهزاده ناچار و آغلامقلي آقشامه قدر درسي ايله مشغول اولمق زورنده قالمش. آقشام اوه كلن شهزاده سليمانه باباسي ييلديريم بايزيد خان شويله ديمش: - اي اوغول، خواجه ڭ نه ياوز كيشي ايمش. بنم ده كوزيمڭ ياشنه باقمدي! Benim De Gözümün Yaşına Bakmadı Yıldırım Beyazıt Han, Süleyman adlı oğlunu medreseye vermiş. Müderris de şehzadedir, iyi terbiye görsün diye iltimas geçmez ve diğer çocuklara davrandığı gibi davranır, hatta bazen kulağını büker ya da falakaya yatırırmış. Bir seferinde Şehzade Süleyman bu tavırdan bizar olmuş ve babasına şikâyette bulunmuş: - Ben senin oğlun değil miyim, deyince padişah: - Oğlumsun, tahtımın yaraşığı ve saltanatımın süsüsün diye cevap vermiş. Buna binaen şehzade şöyle demiş: - Sen Rum sultanısın ve ben senin oğlunum. Niçin hocam beni diğer çocuklar gibi döver ve falakaya yatırır? Bu münasip midir? Padişah buna binaen: - Yarın seninle varayım, o müderrise bir iş kılayım ki diğer işlere benzemesin, der. Ertesi gün sabah olur. Padişah hemen müderrise bir adamını gönderir ve der ki: - Emir Süleyman’ın dimağında halel var, durumu iyi değil. Şimdi birazdan yanına geleceğim. Ben sana itiraz ettiğim zaman elindeki değnek ile üzerime hamle edesin. Öğrencileri kovalar gibi beni kovalayasın. Hatta değneği bir miktar bana vurasın, der. Bir müddet sonra Yıldırım Beyazıt, oğlu Süleyman’ın elinden tutarak mektebe gider. Müderris dahi elinde edep değneği ile onları beklemektedir. Padişah içeri girer girmez şöyle der: - Bre Hoca, ben sana oğlumu okumaya verdim. Sen niçin bunu diğer çocuklarla bir tutarsın ve onu da falakaya yatırırsın, deyince hoca hemen üzerlerine doğru gelip padişahın kâh eteğine kâh duvara kâh yere çat pat vura vura medreseden dışarı çıkarmış. Bir iki defa da değneği şehzadeye dokundurmuş. Şehzade medresede kalmış, sultan babası ise medreseyi terk ederek saraya gitmiş. Bu vaka karşısında şehzade naçar ve ağlamaklı akşama kadar dersi ile meşgul olmak zorunda kalmış. Akşam eve gelen Şehzade Süleyman’a babası Yıldırım Beyazıt Han şöyle demiş: - Ey oğul, Hocan ne yavuz kişi imiş. Benim de gözümün yaşına bakmadı!
(1) Şuaradan birisi bir konağa gider ve her ne kadar karnı da aç ise de bir türlü hane sahibinden isteyemez. Nihayet şu ibareyi bir kağıda yazarak ev sahibine takdim eder. جعلت قولى شرحا لحالى احذف اللامين تعلم بحالى Hane sahibi zurafadan olduğu münasebetle şairin maksadını anlayarak derakab bir mükemmel yemek çıkarır. İşbu ibarenin halli olan (جعلت) kelimesinin lamını hazf etmeli, bu halde (جعت) kalır. Saniyen (قولى) kelimesinin lamı hazf olunur ise (قوو) kalır ki mecmuu (جعت قوى) olur. Bu da “Pek acıktım” demektir. (2) İmam-ı Azam Ebu Hanife yani Numan bin Sabit hazretleriyle İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed üçü birlikte olarak yolda giderken İmam-ı Azam hazretlerine rüfekası bulunun immeden birisi (امامنا بيننا كنون لنا) demesiyle Hazret-i Numan (لو لم اكن بينكم فتكون لا) sözüyle mukabele eylemiştir. İmam-ı Azam hazretleri orta boylu olduğu için İmam Ebu Yusuf لنا kelimesinin nun’una teşbih etmiştir. çünkü kendileri uzun boylu olduklarından (لنا)’nın kulları makamına kaim olmuşlardır. İmam-ı Azam hazretleri de eğer (لنا)’nın nun’u olmasaydı yani ben aranızda bulunmasaydım siz de لا olurdunuz buyurmuşlardır. (3) Mevlana Cami kuddise sırruhu’s-sami hazretleri ahbaplarıyla taam ederlerken kaşığı kasenin kenarına dokunup tın endaz oldukda hizmete hazır ve müheyya molla müşarun ileyh hazretlerinden nar getir emr-i şifasını almışçasına sofraya bir tabak nar getirdikde talep olunmadan bir şeyin ihzarına sebep ne olduğu kendisinden sual olundukda kaşığın kaseye dokunmasıyla emr-i veliyyü’n-niami vuku bulduğu takrire leb cünban olmasıyla istidadının ulviyetini nihade-i huzur-ı üdeba ederek hayretbahş-ı ukul-i huzzar olmuştur. Tın kelimesinin suret-i halli şu vecihledir: “Tın” tashih ile yani noktasız harfi noktalı etmekle “zan” ve zan lafzı Türkçeye nakledilince “keman” ve keman kelimesi tacim edilince “güman” ve güman kelimesi tarif edildikde “kavis” ve kavis kelimesi kalb-i müretteb ile takyid olundukda “sevk” ve sevk lafzı tacim olununca “bazar” ve bazardki ba’nın noktası üzerine vaz ile nun’a ve za’nın noktası hazf olunup ra’ya tebdil olundukda nar-ı âr olur. (4) Müellif-i Kamus-ı Firuz Abadi ki künyeleri Ebu Tahir ve ismi Muhammed ve lakabı Mecdü’d-dindir. Yemen’de Zübeyd şehri hâkimi Melik Eşref’in kerimesini tezevvüç eder. Bir gün nasılsa familyasına mumu söndür diyecek yerde ukutülü’ş-şem’a demesiyle haremi zevcinin Arap olmadığını anlayarak peder ve validesine keyfiyeti bildirir. Çünkü o zamanlar Araplar kızlarını Farsa veya sair akvama vermezler imiş. Bilcümle akraba ve taallukatı bir araya gelerek Ebu Tahir’in ahvalini teftişe başladıklarında onları ikna edecek surette der ki daha pek çok lügat vardır ki onu Araplar işitmemiştir diyerek şu beyti söylemiştir. ان الا ناكير ساهت بعدما سبزت واستشرنت بعدما كانت تراشيشا Ve bu suretle de yakayı Arapların elinden kurtararak kamusu telife kalkışmıştır. Çünkü kendi lisanı Farisi olduğu için dili ateş ra bıkış yani mumu söndürmeye Farisi’de böyle denildiği için alışmış olduğundan mumu söndür makamında ukutülü’ş-şem’a demiştir.
Bu sayımızdan itibaren harf ve kelime çalışmalarına başlıyoruz. Silik harflerin üzerinden geçerken dikkatle yazmaya ve acele etmemeye çalışalım. Elinizin alışması ve yazınızın güzelleşmesi için bu dikkat ve sabır önemli olacaktır.
سوكيلي دوستلر، مودرن انسان، كندي ايچ عالمنده حسّ ايتدكلريني، تام معناسيله ، نقصانسز، صاغلقلي بر شكلده طيشه ياڭسيتاجق كلمه بولمقده زورلانييور. كلمه خزينه سي طار و يترسز اولنجه قيصيتلي كلمه لرله يوغون آڭلاملري افاده ايتمكده مشكلات ياشييور. نتيجه ده ، چوغي زمان ياڭليش آڭلاشيلاجق بيانلرده بولونوب كنديني افاده ايده مييور. بو سببله بزلر كلمه خزينه مزي آرتديروب، قوللانديغمز ديلڭ توم أوزللكلريني، اينجه لكلريني أوگرنمه يه چاليشدقجه لسانڭ كوزللكلري حياتمزي ده ايتكيله يوب كوزللشديره جكدر. بو آيكي ايلك كلمه مز غزّه ده صاواشان و ديرنن قرداشلريمزله علاقه لي “شهيد” Sevgili dostlar, modern insan, kendi iç âleminde hissettiklerini, tam manasıyla, noksansız, sağlıklı bir şekilde dışa yansıtacak kelime bulmakta zorlanıyor. Kelime hazinesi dar ve yetersiz olunca kısıtlı kelimelerle yoğun anlamları ifade etmekte müşkilat yaşıyor. Neticede, çoğu zaman yanlış anlaşılacak beyanlarda bulunup kendini ifade edemiyor. Bu sebeple bizler kelime hazinemizi arttırıp, kullandığımız dilin tüm özelliklerini, inceliklerini öğrenmeye çalıştıkça lisanın güzellikleri hayatımızı da etkileyip güzelleştirecektir. Bu ayki ilk kelimemiz Gazze’de savaşan ve direnen kardeşlerimizle alakalı “şehîd” ŞEHÎD: Bu kelime Kur’an kökenli “şehâdet” kelimesinden türemiş bir kelimedir. Çoğulu “şühedâ”dır. “Allah yolunda ve din uğrunda savaşırken vefat eden kimseye denilir.” Başka sebeplerle ölmüş olan “manevi şehîd” mertebesinde şehîdler de vardır. Bir hadiseyi gören, bir olaya şehâdet eden, şâhid olan, şâhidlik eden kimse anlamındadır. Şehîdlere bu ismin verilmesinin sebebi, ölümü sırasında meleklerin hazır bulunması ve şehîdin manevi alemleri, cenneti görmesi veyahut şehîdin ruhunun doğrudan doğruya Allahın nimetlerine, mükafatlarına şâhid olması sebebiyledir. Tarihimizde şehidlerimiz çoktur ama tüm şehidlerimizin piri, seyyidi, efendisi Hz. Hamza (ra)’dır. Mehmed Akif’in Çanakkale şehidlerimiz için söylediği şu ifadeler ne kadar manidardır: “Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, Sana âğûşunu (kucağını) açmış duruyor Peygamber.” Bugün Gazze’de soykırıma direnen, bu uğurda şehid veya gazi olan tüm Filistinli kardeşlerimiz, dün biz Anadolu’muzu işgale gelen sömürgeci İngiliz, Fransız, İtalyan, Rus gavuruna karşı nasıl direndiysek, vatanımızı nasıl müdafaa ettiysek onlar da aynı bu şekilde İsrail gavuruna karşı çelik gibi bir imanla direnip, namuslarını, topraklarını, mukaddesatlarını müdafaa ediyorlar. Etrafı silahlarla kuşatılmış ali makam, ilk kıblemiz Kudüs’ümüzü ve Mescid-i Aksa’mızı ümmet adına muhafaza etmeye çalışıyorlar. Bu organize soykırıma ve katliama kahramanca direniyorlar. GÂZİ: Bu kelime Arapça gazâ kelimesinden türetilmiştir. İslâm dini için vatan ve mukaddesat uğruna canıyla, malıyla cihad etmeye, savaşmaya, “gazâ” denilir. Bu hayırlı işte bulunan kimseye de “gâzi” denilir. Osmanlı tarihinde “gazânız mübarek olsun” ifadesi harb öncesinde söylenen çok kıymetli bir duadır. Gaziler gazâdan şehid olamadan dönen kimselerdir. Zaten eskiler “Şehid olmayı göze alamayan, gâzi de olamaz.” düşüncesiyle sefere çıkmışlar ve şehidliği önceleyerek “ölürsem şehidim, kalırsam gâzi” diyerek harb etmişlerdir. KATLİAM: Bu kelime de iki arapça kelimenin izdivacından oluşmuştur. Aslı “katl-i amm” olan bu kelime “umumu, geneli katletmek” anlamındadır. Çok sayıdaki haksızca ve zulümle yapılan büyük çaplı öldürmeler için kullanılır. Bugün İsraillin yaptığı mezalimi ifade edecek kelime bulmakta zorlanıyoruz. Katliam ötesi bir katliamla karşı karşıyayız. SAVAP: “Doğru, doğruluk, isabetli olan şey” anlamındaki kelime dilimize Arapçadan geçmiştir. Aslı “savâb” olan kelime günlük kullanımda “sevap” kelimesi ile karıştırılan bir kelimedir. Savap kelimesinin zıttı, hatalı olan şeydir. Mesela halk dilinde “doğruların ve hataların” gösterildiği “hata-savab cetveli” diye bir ifade vardır. Bu ifade yanlışlıkla “hata- sevap cetveli” şeklinde kullanılır. Bir insanı “hatasıyla savabıyla kabul etmekten” bahsedilir. Yani o insanı doğrularıyla, yanlışlarıyla kabul etmek kastedilir. SEVAP: Bu kelime ise iyi ve güzel davranışlar karşılığında Rabbimiz tarafından verilecek mükâfatı ifade eder. Bazen de hayırlı bir iş ve davranışı ifade eder. “Sevap kazanmak, sevabına yapmak, ecir sevap için çalışmak” gibi deyimler bu manadadır. MİNBER: Camilerimizin en güzel yerini dolduran, hutbelerin okunduğu merdivenli yüksek yerin adıdır minber. Bu kelime dilimize Arapçadan geçmiştir. “yükseltmek, ” anlamındaki “nebr” kelimesinden türemiştir. Hatibin “kademe kademe yükselerek yüksek manalı sözleri okuduğu yüksek yerin adıdır.” KASİDE: Bu kelime Arapçadan dilimize geçmiş bir kelimedir. “Kasd” kökünden türetilmiştir. Manasında bir incelik ve letafet vardır. Zira kasideler “belli bir maksatla ve bilhassa birini veya bir şeyi övmek kasdıyla” yazılır. Bu övgü şiirleri 15 beyitten az olmazlar ve aruz vezniyle yazılırlar. Kültürümüz Fuzûlî, Hayalî, Bâkî gibi meşhur “Kasideciler”le ve bunları duyarak ve yaşayarak okuyan sayısız “Kasidehan”larla doludur. BONKÖR: Türkçemizde “eli açık, iyi yürekli, cömert, sehavet ehli” manasında kullandığımız bu kelime Fransızca kökenlidir. Lakin kelime Türkçede türetilmiştir. Bonkör kelimesi iki kelimenin izdivacından türetilmiştir. “İyi” anlamına gelen “Bon” kelimesi ile “kalp, yürek” manasındaki “coeur” kelimesi bir araya gelerek bu kelimeyi meydana getirmiştir. Bankacı anlamındaki “Banker” kelimesiyle bir alakası yoktur. RACON: Bu kelime İtalyancadan dilimize girmiştir. Günümüzde ise argoda kendine kullanım alanı bulan bir kelimedir. Racon, İtalyanca “Yol yordam, yöntem, usul, âdet” anlamında “ragione” kelimesinin değişimi ile dilimize geçmiştir.
Dergiyi takip edenler, yazmanın da zevkine ulaşıyorlar. Her ay ilerlediğinizi sizler de fark ediyorsunuz. Her işte olduğu gibi, bu işte de bizzat kendimizin gayret göstermesi önemli olacaktır. Aşağıdaki metni Kur’an hattı ile yazınız. Aşağıdaki kelimeler hem konuyu anlamaya hem de yazmaya yardımcı olacaktır. Onun için dikkatle okumanız önemlidir. Canım İstanbul Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar; Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar. İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim; O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim. Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur. Necip Fazıl Kısakürek Ç Ö Z Ü M
Valide Sultan Camii Kitabesi Syenitsa/Sancak Vâlide sultânın hayrı bekliyorken ümmetiDevr-i Erdoğan’da TİKA ta‘mir etti ma‘bediRûşen oldu hep gökler söylediler tarihiBi-‘avnillah el-vedûd el-celîl el-ganîAli Rıza 1440 Kelimeler: Rûşen: Parlak, aydın, aydınlıkAvnillah: Allahın yardımı. Vedûd: Kullarını çok seven, onları lutfa, ihsâna garkeden; sevilmeye lâyık ve müstahak yalnız kendisi olan” anlamlarında esmâ-i hüsnâdan (Allah’ın en güzel isimlerinden)dır. Celîl: Ululuk ve celâl sâhibi, yüce, âli” anlamında esmâ-i hüsnâdan (Allah’ın en güzel isimlerinden)dır. Ganî: “Hiçbir şeye ve hiçbir kimseye muhtaç olmayan, kullarının bütün ihtiyâcını karşılayan mutlak zengin” anlamında esmâ-i hüsnâdan (Allah’ın en güzel isimlerinden)dır. Lehâ Rukiyye Hanım Mezartaşı Kitabesi Hüve'l-bâkîSâbık medâyine a‘yânıMerhûm el- hâcSerîf ağa kerîmesiMerhûme ve mağfûreLehâ RukiyyeHanım rûhiçünEl-Fâtiha Kelimeler: Sâbık: Zaman bakımından geride kalan, geçen, geçmiş, önceki, evvelki; Bir iş, memûriyet veya makamda şimdikinden daha önce bulunmuş olan, eski Medâyin: Şehirler A‘yân: Bir şehrin ileri gelenleri, eşraf; Osmanlı Devleti’nde şehir ve kasabalarda halk tarafından seçilen, vergilerin, masrafların dağıtılması ve toplanması gibi hususlarda kadılar ve vâlîlere karşı halkın vekîli durumunda olan kimse [Bu anlamda tekil gibi kullanılır]. Merhûm: Ölmüş bir müslüman erkekten bahsedilirken ismin başına veya sonuna getirilerek “Allah’ın rahmetine kavuşmuş, rahmetli” anlamında kullanılır: Ölmüş müslüman erkek: Allah tarafından bağışlanmış, af ve merhametle müjdelenmiş, Allah’ın rahmetine mazhar olmuş (kimse). Merhûme: Allah’ın rahmetine kavuşmuş, rahmetli olmuş, ölmüş müslüman kadın. Mağfûr: Allah tarafından günahları bağışlanan veya günahlarının bağışlanması için Cenâbıhakk'a duâ edilen (ölmüş kimse). Ali Ağa Mezartaşı Kitabesi Hüve'l-hayyü'l-bâkî Hem? lütf ve cihân-ı hüsn-i evsâfSiyâdetlü Mora’nın hânedânıMüsellem idi âmâde zamânıTamâm idüp gelince geldi ya‘niHitâb-ı irci‘i el-hükm-ü lillahDeyüp gitti kime kalır bu fânîDil-i Kudsî dedi târih-i cevheriAli ağa pây El-bâkî cinânı/1238 Kelimeler: Evsâf: Nitelikler, vasıflar Hüsün: Güzel, Güzellik. Siyâdet: Efendilik, beylik; Hz. Muhammed’in torunu Hz. Hüseyin’in soyundan olma, seyyitlik.